Murat Belge - Militarist Modernleşme (4. Kısım: Türkiye ve Yunanistan)
Ordu her zaman her devlet için önemli olmuştur. Ancak başta Osmanlının son yılları ve cumhuriyet döneminde ordunun önemi Türkiye’de diğer ülkeler ve zamanlara göre kat kat artmıştır. Bunun sebebi Osmanlının son yıllarındaki art arda gelen yenilgiler, toprak kaybı ve sürekli eski fütuhat dönemlerini arama var. Kötü gidişatı durdurmak için en başta orduyu yeniden güçlü yapmak gerekiyordu. İmkanlar da zaten kısıtlıydı. Bundan dolayı en büyük yatırım orduya, askeri okullara ve özellikle de subayların eğitilmesine ayrılmak zorundaydı. İşte bu başlangıç ile Türkiye’de modernleşme ve usul devlet kurulmasına hep ordudan başlanmış, ordu hep öncü güç olmuştur.
Murat Belge’nin Militarist Modernleşme (Almanya, Japonya ve Türkiye) başlıklı kitabında her ne kadar ana konu militarizm olsa da ve militarizm örnekleri arasında Almanya ve Japonya bulunsa da yazarın ana amacı Türkiye’yi incelemektir. Tabii bunu yaparken diğer ülkeler ile de kıyaslamak ve militarizmin en keskin örneklerini de göstermek gerekiyordu.
Kitaba başlarken ulus devletleri demokratik yollarla kuran ülkeleri ele alan Belge, daha sonra militarist modernleşmeye örnek üç ülkeyi seçiyor (Almanya, Japonya ve Türkiye), bunların karşısında da onlara benzemeyen ülkeleri de inceliyor. Türkiye’nin karşısına militarizm konusunda ona benzemediği için örnek olarak da Yunanistan’ı seçmiş.
TÜRKİYE
Murat Belge, Türkiye’yi değerlendirirken 93 Harbi’ni başlangıç olarak alıyor ve üç döneme bölerek inceliyor. Türk modernleşmesinin temellerini ise şöyle anlatıyor:
“Bütün bu olaylar, modernizasyon ile ordu arasındaki girift ilişkileri gösteren şeyler. II. Mahmud’un “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”sinin “modern” bir orduya dönüşmesi daha çok zaman alacak; dolayısıyla bu padişahın, Türk modernizasyonunun asıl lokomotifi olacak orduyu bizzat yarattığını, kurduğunu söyleyemeyiz. Ama kurulmasına giden yolu onun açtığını, dolayısıyla da Türk modernizasyon tarihinin, aslında, hep söylendiği gibi Tanzimat’la değil, Vaka-i Hayriye ile başladığını ileri sürebiliriz. “Vaka-i Hayriye”nin gerçekleşmediği bir Osmanlı toplumunda “Tanzimat Fermanı” gibi bir şey de düşünülemezdi.” (s. 541)
93 Harbi’ni bir başlangıç olarak kabul ediyor ve bunun getirdikleri ve sonuçlarına değiniyor. Özellikle üstünde durduğu konu ise Türkiye’de demokratikleşmenin hep dışa bağlı, dış etkenler sonucu gerçekleştiğini vurguluyor. Yani iç dinamikler ve alttan üst doğru yaşanan bir demokratikleşme söz konusu değil. Bu Osmanlı döneminde de böyle, Cumhuriyet döneminde de. Örnek olarak Kanun-i Esas ve çok partili döneme geçişleri gösteriyor.
“Sık sık tartışıldığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin “çok partili” bir parlamenter rejim fikriyle uzlaşabilmesinin ardında, bunun Birleşmiş Milletler’e girmenin koşulu olduğu olgusu pek kolay reddedilemeyecek bir olgu olarak duruyor. Bu, özü bakımından, barış görüşmeleri gününde top atışlarıyla “Kanun-i Esas!” ilanından çok farklı bir olay değil. Mantık aynı mantık. Ama biçimde ciddi bir olgunlaşma olduğunu savunabiliriz. Bu olgunlaşma da, şüphesiz, 1870’lerdeki Osmanlı enkazı ile 1940’lardaki Cumhuriyet arasındaki farkların bir sonucuydu.
“Türkiye’de demokratikleşme evrelerinin “iç dinamik”le mi, “dış dinamik”le mi gerçekleştiği sorusunun görece teorik bir tartışmasını başka bir bölümde yaptığım için, şimdi, son dönemde yürütülen hukuki-demokratik reformların da Avrupa Birliği tartışmalarının gölgesinde gerçekleştiğini kısaca hatırlatmakla yetineyim.” (s. 559)
“Buna bağlı, günümüzde de -özellikle şiddetle- devam eden bir de şu durum var: “Demokratikleşme”yi dünyayı yatıştırmak, kendimizi dünyaya beğendirmek vb. gerekçelerle savunanların karşısında, egemen muhalefeti oluşturanlar, bunların kendimiz için gerekli olduğunu söyleyenler değil, ne yaparsak yapalım dünyayı memnun edemeyeceğimizi, çünkü dünyanın bize düşman olduğunu söyleyenler oluyor. Bu durumda, siyasette beliren iki ana kümenin, demokrasiyi dünyada bir yer kapmak için isteyenlerle herhangi bir bedel, karşılık, kazanç uğruna demokrasi istemeyenler olduğunu söyleyebiliriz. Demokratikleşmeyi doğrudan doğruya demokrasinin kendisi için istemiş olanlar, her zaman çok küçük -en küçük- bir azınlık olarak kalmışlar. Çok partili parlamenter rejimin altmışıncı yıldönümünde bunları yazarken gerçekleşmiş değişim de, altmış yılın hakkını verecek şekilde göz dolduran boyutlarda değil.” (s. 559)
Yazar II. Abdülhamid’i uzun uzun anlatıyor. Son yıllarda çok tartışılan konulardan biri de budur. Yazarın II. Abdülhamid ile ilgili görüşü de şöyle:
“Abdülhamid, ne sevenlerinin “Ulu Hakan” diyerek tapınmasını, ne de nefret edenlerin “Kızıl Sultan” diyerek köpürmesini gerektirecek bir şey yapmamış bir padişahtır.
…
Nefret edenlerse genellikle Kemalist milliyetçiler. Bu kesim, 21. yüzyılda da “Bu toplum henüz demokrasiyi yaşayacak olgunluk düzeyine gelmedi,” argümanını elden bırakmadığına göre, bu konuda Abdülhamid’i neye dayanarak eleştireceklerini bilemiyorum. Kaldı ki, “demokrasi getirme”yi bir padişahtan beklemek abes bir şey. Bu, Türk aydınlarının “devlet” kavramlarının tuhaflığından ileri gelen bir beklenti de olabilir.” (s. 564)
Türkiye’yi üç döneme ayırarak incelediğini söylemiştim. Orta dönemde de İttihat ve Terakki’yi ele alıyor.
“İttihat ve Terakki kuruluşundan 1908’e kadar geçen oldukça kısa süre içinde birkaç kere de dönüşümden geçmiştir. Tıbbiye’de gizli kuruluşundan sonra entelektüel etkinliği öne alan bir örgüt olarak çalışmıştır. Ahmed Rıza’nın katılımını ve hemen hemen her işi üstlenmesini bir “dönüşüm” saymıyorum, çünkü bu “entelektüel” karakteri değiştirmiyor. Ama yukarıda değindiğim Osmanlı Hürriyet Cemiyeti değiştiriyor. Bundan sonra asker üye sayısı hızla artarken eylem tarzı da baştaki yarı entelektüel karakterini kaybediyor ve “eylemci” bir özellik göstermeye başlıyor. Burada Dr. Nazım ile Bahaeddin Şakir’in çok önemli payları var. Onlar, o günlerin Balkan ya da Ermeni terör örgütlerini model alarak İttihat ve Terakki’nin yapısını değiştirmesine önayak oluyorlar. İttihat ve Terakki’yi bizler daha çok 1908’de iktidar olmak için ve daha sonra muhalefeti susturmak için işledikleri siyasî cinayetlerle tanırız. Ama bundan önceki tarihlerde, Makedonya’da, intikamcı bir Türk terör örgütü olarak çalışıyorlardı. Kendi iddialarına göre, ölen bir Türk’e karşılık beş Bulgar öldürüyorlardı. Asıl etkilerini de bu mücadele biçiminden ötürü kazanıyorlardı. Bu işlere karışanlar, öncelikle genç subaylardı. Ama o tarihlerde çeşitli azılı haydutları kadrolarına almışlardı. Şükrü Hanioğlu’nun dediğine göre Ege’de Çakırcalı Efe’yle bile temas kurmuşlardı (Hanioğlu, 1986).” (s. 577)
CUMHURİYET DÖNEMİ
“Ordu böylece “rejim”e bağlanırken, Kurtuluş Savaşı’ndan 1950’ye kadar Türkiye’yi taşıyan iki asker, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, “militarist” değillerdi. Türkiye’nin genel kültüründe askerliğe ne kadar önemli ve ne kadar şerefli bir yer tanındığı malûmdur. Onlar da bu konuyu başka türlü görmüyorlardı. Ama bunun ötesine geçmeye, askeri ülke yönetiminin aslî parçası haline getirmeye hiç niyetleri yoktu. Rejim, nesnel olarak, her şeyden önce ordunun sırtında duruyor olabilirdi; ama onlar bunun geçici bir durum olmasını umuyor ve Türkiye Cumhuriyeti’ni “Batılı ülkeler” arasına bir an önce sokmaya çalışıyorlardı.” (s. 609)
50 SONRASI VE DEMOKRASİ
1950’ye kadar pek militarizmden söz edilmiyor. Çünkü zaten ilk iki cumhurbaşkanı asker kökenliydi ve çok partili sisteme kadar asker, siyasi parti ayrımı söz konusu değildi. Ancak çok partili sistem ile çok şey değişir.
“Bu on yılın ampirik olayları artık bizim için çok önemli değil ve Demokrat Parti iktidarının özet değerlendirmesini yaparken, genel demokrasi sorunlarından çok militarizme ilişkin konuların öne çıkarılması daha fazla önem taşıyor. Bu iktidar değişikliği, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devam eden bir güçler dengesini değiştirmiş oldu. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinde hükümet (siyasî parti) ve ordu birbirinden ayrı kurumlar değil, ülkeyi modernleştirecek gücün bir işbölümü gereği birbirinden ayrılmış iki organı gibiydi (buna, aynı mantık çerçevesinde, yargıyı da eklemek gerekiyor). Ama 1950 seçimi bu özdeşliği bozmuştu. Şimdi ordu, hükümete “kardeş” gözüyle bakamıyordu.” (s. 617)
“Dolayısıyla Türkiye 1923-60 arasında (öncesini şimdilik unutalım) iki seçkinci “siyaset tarzı” arasında kaldı ve demokrasinin gerçekten işlemesi gerektiği gibi işlediği bir siyaset ortamıyla tanışamadı. Bu durum, günümüz için dahi geçerli. Demokrasi hakkında mutlaka çok daha fazla şey biliyoruz -ama hâlâ, “yüzmeyi karada öğrenme” aşamasını geride bırakmış değiliz- toplumca.” (s. 626)
“Aslında bu iki “tarz-ı siyaset” bütün yakın tarihimizi kapsıyor. Sanki bütün bu somut yıllarda iki somut parti arasında bir siyasî mücadele yaşanmadı: Bilenlerin yönettiği “bürokratik” ilke ile “plebisiter diktatörlük” ilkesi arasında bir mücadele yaşandı. Sanki bunca seçimde de, bir siyasî partiye değil, bir “tarz-ı siyaset”e oy verdik. Ama o “tarz” hiçbir zaman “demokrasi” olmadı. Taklidini aşıp kendisine varamadık.” (s. 627)
70’Lİ YILLAR
“Ancak yetmişli yılların asıl belirleyici olayları Parlamento’nun içinden çok dışında geçmiştir. 12 Mart, öncelikle ve ağırlıkla sola karşı bir uygulama olduğu halde solu ezemedi, zulmetmekle kaldı; solun prestijini de lekeleyemedi. Tersine, yazılan çeşitli “işkence” romanlarıyla vb. TSK’nın saygıdeğerliği çok daha ağır hasara uğradı. Darbeden sonra, o zamana kadar varlık gösterememiş TKP’nin sahneye çıkması gibi olaylar da oldu; ama sol içindeki bölünme de azamiye tırmandı.
“MHP ve ülkücü hareket de güçlenerek yayıldı, iki tarafın silâhlanmış kadroları arasında adı konmamış bir “iç savaş” başladı. Bu durum bütün ülkeyi etkiledi. Orta Anadolu’nun birçok yerinde çatışma Sünni-Alevi bölünmesi üstüne oturdu, onunla örtüştü. Çorum’da, Sivas’ta, Maraş’ta kıyım boyutunda olaylar patlak verdi, solcular ve Aleviler öldürüldü. 1977’deki 1 Mayıs’ın “sol içindeki kavga” görünümü verilmeye çalışılan kırk küsur insanın ölümüyle sona ermesi de bu kanlı yılların akıllarda kalan çirkin olaylarından biriydi.” (s. 642)
“12 Eylül toplumu yatay, dikey, her türlü militarize etti. Osmanlı’nın İlmiye-Seyfiye beraberliğini, Seyfiye’nin kesin egemenliği altında, yeniden kurdu (buna bir miktar “Mülkiye”yi de kattı). Bütün karar organlarında subayların da bulunmasını sağladı.” (s. 644)
“Darbenin bir yıl sonrası Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yıldönümüydü. Bütün askerî rejimler aşırı Atatürkçü olmuştur. 12 Eylül hepsini solladı ve ordu-Atatürk ilişkisine bir nihailik kazandırdı. Ulu Önder hayatı boyunca Türklerin yapması gereken ya da uyması gereken her şeyi tespit etmişti. Atatürk ordunun en hakikî mürşiti, ordu Atatürk’ün en hakikî izleyicisiydi. Bu ilişki, ordu-toplum ilişkisini de belirliyordu. Toplum Ulu Önder’in dediğinden uzaklaşacak olursa ordu gelip “hiza ve istikametler”i yeniden düzenleyecekti. Ordunun bunu yapmasının meşruiyeti de Atatürk’ün yetiştiği ocak olmasına ve onu en iyi anlayan, bilen kurum olmasına dayanıyordu.
“O yıl (1981) ve sonrasında her yer zevksiz pleksiglas levhalara yazılmış “Atatürk yüz yaşında” yazılarıyla donatıldı. Atatürk alabildiğine putlaştırıldı. Atatürkçülük bir din haline getirildi. Ama bunlar olurken bir yandan da Atatürk “revize” ediliyordu.
“Atatürk kendisi “Atatürkçülük” diye bir öğreti oluşturmaktan bilinçli şekilde kaçınmıştır. Onun için de bu pragmatizmiyle ve pozitivizmiyle göze çarpan, ama bunun dışında tanımlanabilir bir “öz”ü olmayan bir ideolojidir. Milliyetçi olduğu ve “Batıcı” olduğu tartışma götürmez. Ancak Kenan Evren’in elinde Atatürkçülük “Batı’ya karşı bir ideoloji”ye dönüştürüldü. Bunun temelinde Batı’nın burada kurulan rejimin demokrasiyle bağdaşmadığına dair kuşkusu yer alıyordu. Askeri icraata karşı Batı’dan (öncelikle Avrupa’dan) eleştiri geldikçe Evren de Batı’ya ateş açtı. Onun bu tavrı genel olarak TSK tavrını da belirledi. Batıcı olmayı demokrasi ve insan hakları için seçmeyen subay kadrosu, kendisinin büyük ölçüde “düşman” bellediği bu gibi şeylerin Batı’nın vazgeçilmezleri arasında bulunduğunu görünce, Batı’ya mesafesini artırma gereğini duydu. Ordunun, bugüne de devam eden AB karşıtı tavrı böyle başladı.” (s. 646)
“Cunta yıllan boyunca, üç gazete bir araya gelip darbecilerin isteklerine, taleplerine aykırı bir tavır sergileyemedi. Ama bu dayanışma noksanlığı yalnız medyada değildi. Bütün toplum, yanında cereyan eden korkunç olaya gözlerini yummayı öğrendi. “Ordumuz”un yaratmış olduğu “huzur ve güven ortamı”nm nelere dayandığını sormak, araştırmak isteyen çıkmadı. Anlattığım bütün kötü olaylar arasında bu yaygın ahlâkî nasırlaşma belki 12 Eylül’den kalan en kötü mirastır.” (s. 648)
ÖZET GİBİ
“Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, çıkarılmış yasalarda ve belirli zamanlarda yenilenen anayasalarda toplumun Silâhlı Kuvvetleri’nin güdümünde olduğunu belirten bir şey yazılmadı. Buna rağmen, fiilî düzeyde, durum buydu. Atatürk’ün ve İnönü’nün yönetimin başında oldukları süre, bütün siyasî gücün orduda olduğu, ama ordunun yönetime fiilen karışmadığı dönemdi (Bu bir “tek parti” rejimi olduğuna ve normal anlamda seçim yapılmadığına göre, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olduğu söylenen “millet”in oyu sorulmuyordu. O halde onu temsilen biri onun yetkisini kullanıyordu. Bu, CHP ise, ordu olmadan CHP kendini böyle bir konuma getirebilir miydi?).
“1950-60 arasında Silâhlı Kuvvetler İnönü’nün projesine uydu ve iktidarın kendi tekelinden çıkmasına, seçim kazanan (yani halk oyuna dayanan) Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine izin verdi. Öyle anlaşılıyor ki bu, ordunun verdiğine en fazla pişmanlık duyduğu karardır.
“1960’ta kararını geri aldı, ama “seçimli düzen”e bir kere geçilmiş, iktidarın nihai kaynağının ne olduğu konusunda kafalar bir kere karışmıştı. Sonraki yıllar, Atatürk ilke ve inkılapları adına hareket eden ordunun Türkiye halkının oylarıyla seçilen sivil hükümetleri denetlediği ve öyle gerekli gördüğünde alaşağı ettiği yıllar oldu. 1980’de bu tahtırevalli oyununa son vermek için, Türkiye’nin, son sözü TSK’nın söylediği bir “demokrasi” olmasına karar verildi. 1982 Anayasası bu kararın ve bu noktada oluşmuş konsensüsün hukuki belgesidir. Bu özelliğiyle bir anayasadan çok bir “ateşkes antlaşması”na benzer ya da bir “şartname”dir.” (s. 649)
TÜRKİYE’DE İDEOLOJİNİN MİLİTARİZASYONU
Türkiye’de ideolojinin militarizasyonu konusuna kitapta çok geniş yer ayrılmış. Özellikle yazılanlar, radyolarda sunulan programlardan konuyla ilgili bol örnek veriliyor. Bu kısımdan örnek olarak sadece iki noktayı aldım buraya. Birincisi “iç düşman” ile ilgili kısım. Bu iç düşman günümüzde de geçerliliğini koruyor. İkincisi ise Nihal Atsız’ın dünyanın neredeyse tamamını Türk düşmanı ilan ettiği yazısı. Bu durum da günümüzde ihtiyaç olduğunda çok kullanışlı bir yaklaşım olarak halen kullanılır.
“İç düşman” bu zihniyetin en gözde konularından biridir, çünkü bu kavrama yaslanarak, kendisiyle aynı fikirde olmayanı önce “düşman” ilan eder, sonra da bunun verdiği “haklılık”la, imha eder. “Dış” düşmanı yok etmekten daha kolay bir iştir, “antrenman” olarak da yararlıdır.
“Ancak, “iç düşman” karşısında göstereceği huşunetin ölçüsü, onun ittifak ve işbirliği içinde olduğu varsayılan “dış düşman”ın bize arz ettiği tehlikenin büyüklüğüyle eşorantılıdır. Bu tehdit çok
ciddi olmalıdır ki, içerideki düşmanın tepesine daha büyük bir şiddetle inebilelim.” (s. 703)
“Yağmur oğlum!
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim.
Kapatıyorum. Sana bir resmimi yâdigâr olarak bırakıyorum.
Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihî düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afrikalılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.
Nihal Atsız, 4 Mayıs 1941” (s. 704)
YUNANİSTAN
Murat Belge, Türkiye’ye militarizm konusunda benzemezliği ile örnek olarak seçtiği ülke ise komşu Yunanistan’dır. Yunanistan’ın tarihini anlatıyor ve burada ayaklanmalar ve darbelerden bahsediyor ve buna rağmen burada militarist bir rejim kurulmadığına dikkat çekiyor ve şöyle örnekle açıklıyor:
“1843’te Kolettis gene despotik bir yönetim kurdu. Bu sırada ordu gene hareketlenip Kral Otto’dan yeni bir anayasa yapılmasını istemişti. 1844’te anayasa yürürlüğe girdi ama ülke demokratik olmadı. 1862’de silâhlı bir ayaklanma, ordu desteğinde, Otto’yu ülkeden kovaladı.” (s. 777)
“Gördüğümüz ve göreceğimiz gibi Yunanistan’ın “militarist” olmaması, ordusunun siyasete müdahale etmediği anlamına gelmiyor. Tersine, sık sık müdahale eden bir ordu bu. Ama böyle yapmasının birinci nedeni, yukarıda anlatmaya çalıştığım, geleneksel bir “yönetici sınıf’ (bir aristokrasi ya da burjuvazi) olmaması. Bu yokluktan gelen siyasî boşluğu silâhı elinde tutan gücün doldurması mantığa uygundur ve hep böyle olur. Bu bakımdan Yunan ordusu, militarist bir geleneğin kurulabildiği Türkiye’den çok, kurulamadığı Latin Amerika ülkelerini andırmıştır - albaylar cuntasının sonuna kadar.” (s. 778)
ÖNCEKİ BÖLÜMLER