Jean-Paul Sartre - Bulantı
Elimdeki 1981 baskılı kitabın arka kapağında şu ifade yer alıyor: “Geleneksel roman anlayışından ayrılan bu roman, Varoluşçu düşüncenin temel kitabıdır.”
Tabii kitaba başlamadan önce Sartre ve Varoluşçuluk ile ilgili bilgi edinmek kitabı anlamata yardımcı olacak. Baştan söyleyeyim, romanlarda hep karşılaştığımız bir öykü dizisi yok bu kitabın. İlk 50- 60 günlüğü yazan kişinin sokaklarda yürürken kafasında esen rüzgarları adeta günlüğüne dökmesi olarak görebilirsiniz.
Sık sık yalnızlık, ölüm kelimeleri geçen cümleleri görebilirsiniz. Bütün anlatımlar da bunun üzerine kurulmuştur.
Yalnızlık ve ölümün ikisinin bir arada olduğu ve aslında bunun sonucu yaşanan olayları anlatan bir bölüm şöyle:
“Büyük salonun -ya da Bordurin-Renaudas salonu- girişinin üstüne, bilmediğim koca bir tuval asmışlar. Yeni olmalı bu. Richard Severand imzasını taşıyor. Adı Bekarın Ölümü. Bir devlet bağışı.
Yarı beline kadar çıplak, gövdesi ölülerde olduğu gibi yeşile çalmış̧ olan bekar, toplanmamış̧ bir yatağın üzerine yığılmıştı. Karmakarışık çarşaflar ve örtüler, uzun zaman can çekiştiğini gösteriyordu . Bay Fasquelle'i düşünerek gülümsedim. Yalnız değildi o, kızı bakıyordu ona. Tuvalde, suratından kötülük akan bir hizmetçi; yani bekarın hem metresi hem hizmetçisi olan bir kadın, bir komodinin gözünü açmış̧, paraları sayıyordu bile. Açık kalmış̧ bir kapıdan, alt dudağında bir sigara sallanan kasketli bir adamın yarı karanlık içinde belirdiği görülüyordu. Duvarın yanında, bir kedi ilgisizce sütünü içiyordu.
Bu adam yalnız kendisi için yaşamıştı. Hak ettiği acı cezanın sonucu olarak gözlerini kapamak için ölüm döşeğinin başına kimse gelmemişti. Bu resim, beni son bir kere uyarıyordu; vakit vardı henüz, geri dönebilirdim.” (s.109)
Günlüğü yazan Antoine Roquentin içindeki sıkıntıyı ve varolmak, varoluş ile ilgili düşüncelerini sık sık dile getiriyor. Bunlardan bir kaçı şöyle:
“Kağıt masa örtüsünün üzerinde, yuvarlak bir güneş ışını . Yuvarlağın içinde bir sinek zar zor yürüyor: sersemlemiş, ön ayaklarını birbirine sürtüyor ve ısınıyor. Ezer¬ sem ona iyilik etmiş olacağım . Yaldızlı tüyleri güneşle parlayan şu koca parmağın ortaya çıktığını görmüyor.
Autodidacte : "Öldürmeyin beyefendi!" diye bağırıyor.
Eziliyor; küçücük beyaz bağırsakları karnından dışarı fırlıyor. varoluştan kurtardım onu. Kuru bir sesle. Autodidacte'a:
"Ona iyilik ettim," diyorum.” (s.134)
“Derdim yok benim, mirasyedi gibi param da var. Patronum da, karım da, çocuklarım da yok, sadece varım, hepsi bu. Bu dert öyle belirsiz, öyle metafizik bir şey ki; utanıyorum doğrusu.” (s. 137)
“Düşünüyorum da," diyorum gülerek, "hepimiz şurda, oturmuşuz, o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. Oysa, varolmaya devam etmemiz için hiçbir, ama hiçbir neden yok.” (s.144)
Bulantı’da dikkatimi çeken bir husus, Antoine Roquentin’in yazdıkları sadece sokaklarda gezerken, kahvede gördükleri ile ilgili sınırlıdır. Kaldığı otelde ne olduğu ne yaşadığı ile ilgili bir bir bölüm yoktur. Aslında bir evi yoktur, otel odasını da ev olarak görmüyor olabilir. Sanki evi sokaklar ve zamanının çoğunu geçirdiği kahve ve kütüphanedir. Evi ve eşyası olmamasını özgürlük istemesine bağlıyor ancak sanki bundan da şikayetçi.
“İnsanlar evlerindedir şimdi; onlar da ışıklarını yakmışlardır. Bir şeyler okur, ara sıra pencereden gökyüzüne bakarlar. Onlar için... durum aynı değil. Onlar başka türlü yaşlanmışlardır. Babadan kalma eşyanın, armağanların arasında yaşayıp giderler; mobilyalarının herbiri birer anıdır. Asma saatler, madalyalar, portreler, deniz kabukları, kağıt-tutacakları, paravanlar, şallar. Dolaplar şişelerle, kumaşlarla, pılı-pırtıyla, gazetelerle doludur. Her şeyi saklamışlardır. Geçmiş, mal sahibinin bir lüksüdür.
Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anılan durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim.” (s.87)
Bazen bir şeyleri yapıyor ama aslında yapmak istemiyor. Ancak karşısındaki bu düşüncesini belli etmek istemiyor. Sonunda bunu günlüğüne yazıyor.
“Autodidacte yanıma sokuluyor. Nerdeyse soluğunu
yüzümde duyacağım.
Bir sır veriyormuş̧ gibi: "Bu adamın önünde hiçbir
şey söyleyemem size," diyor. "Lütfetseydiniz... "
"Neyi?"
Kızarıyor. Kalçaları kadınca sallanıyor :
"Beyefendi, ah beyefendi! Peki açıkça söyleyim. Çarşamba günü̈ benimle birlikte öğle yemeğine gelmek lütfunda bulunur musunuz?"
"Sevinerek..."
Kendimi asmaya ne kadar isteğim varsa, onunla yemeğe gitmeyi de o kadar istiyorum.
"Beni mutlu kıldınız," diyor Autodidacte. Sonra hemen ekliyor: "İsterseniz, gelip sizi evden alayım." Birden ortadan kayboluyor. Düşünmek için zaman bırakırsa düşüncemi değiştireceğimden korkuyor herhalde.” (s.101)
Son olarak hümanist insanlar üzerine ilginç bir bölüm:
“O kadar çok hümanist tanıdım ki! Radikal hümanist özellikle memurların dostudur. 'Solcu" hümanist diye adlandırılan da her şeyden fazla, insansal değerlerin korunmasını dert edinmiştir; hiçbir partiden değildir, çünkü insansal olana hıyanet etmek istemez, ama yine de küçük insanlara yakınlık duyar. O güzelim klasik kültürünü alçakgönüllülerin emrine verir. Hümanist, genel olarak, karısını kaybetmiş, gözleri yaşlı bir kimsedir; yıldönümlerinde ağlar durur. Kedileri, köpekleri ve bütün gelişmiş memeli hayvanları da sever. Komünist yazar, insanları ikinci beş yıllık plandan sonra sevmektedir; sevdiği için cezalandırmaktan kaçınmaz. Bütün güçlü kişiler gibi gösterişsizdir ve duygularını saklamasını bilir, ama bir bakış, ya da sesine verdiği bir anlamla, adaletle dolu acı sözlerinin ardında bulunan duyguları; insan kardeşleri için duyduğu o buruk ve tatlı duyguları hissettirir. Ortaya en son çıkmış olan en genç hümanist, yani katolik hümanist, insanlardan şaşkınlık ve hayranlıkla söz açar. "Bir Londra'lı liman işçisinin ya da ayakkabı fabrikasında çalışan kızın; bu küçük insanların hayatı ne güzel bir binbirgece masalıdır" der. O, meleklerin hümanizmini seçmiştir, onlar din ve ahlak bakımından yücelsin diye, güzel ve kasvetli uzun romanlar yazar. Bu romanlar sık sık Femina ödülünü kazanırlar.” (s.150-151)
Jean-Paul Sartre
Bulantı
Çeviren: Selahattin Hilav
Can Yayınları
1981
224 sayfa
Tabii kitaba başlamadan önce Sartre ve Varoluşçuluk ile ilgili bilgi edinmek kitabı anlamata yardımcı olacak. Baştan söyleyeyim, romanlarda hep karşılaştığımız bir öykü dizisi yok bu kitabın. İlk 50- 60 günlüğü yazan kişinin sokaklarda yürürken kafasında esen rüzgarları adeta günlüğüne dökmesi olarak görebilirsiniz.
Sık sık yalnızlık, ölüm kelimeleri geçen cümleleri görebilirsiniz. Bütün anlatımlar da bunun üzerine kurulmuştur.
Yalnızlık ve ölümün ikisinin bir arada olduğu ve aslında bunun sonucu yaşanan olayları anlatan bir bölüm şöyle:
“Büyük salonun -ya da Bordurin-Renaudas salonu- girişinin üstüne, bilmediğim koca bir tuval asmışlar. Yeni olmalı bu. Richard Severand imzasını taşıyor. Adı Bekarın Ölümü. Bir devlet bağışı.
Yarı beline kadar çıplak, gövdesi ölülerde olduğu gibi yeşile çalmış̧ olan bekar, toplanmamış̧ bir yatağın üzerine yığılmıştı. Karmakarışık çarşaflar ve örtüler, uzun zaman can çekiştiğini gösteriyordu . Bay Fasquelle'i düşünerek gülümsedim. Yalnız değildi o, kızı bakıyordu ona. Tuvalde, suratından kötülük akan bir hizmetçi; yani bekarın hem metresi hem hizmetçisi olan bir kadın, bir komodinin gözünü açmış̧, paraları sayıyordu bile. Açık kalmış̧ bir kapıdan, alt dudağında bir sigara sallanan kasketli bir adamın yarı karanlık içinde belirdiği görülüyordu. Duvarın yanında, bir kedi ilgisizce sütünü içiyordu.
Bu adam yalnız kendisi için yaşamıştı. Hak ettiği acı cezanın sonucu olarak gözlerini kapamak için ölüm döşeğinin başına kimse gelmemişti. Bu resim, beni son bir kere uyarıyordu; vakit vardı henüz, geri dönebilirdim.” (s.109)
Günlüğü yazan Antoine Roquentin içindeki sıkıntıyı ve varolmak, varoluş ile ilgili düşüncelerini sık sık dile getiriyor. Bunlardan bir kaçı şöyle:
“Kağıt masa örtüsünün üzerinde, yuvarlak bir güneş ışını . Yuvarlağın içinde bir sinek zar zor yürüyor: sersemlemiş, ön ayaklarını birbirine sürtüyor ve ısınıyor. Ezer¬ sem ona iyilik etmiş olacağım . Yaldızlı tüyleri güneşle parlayan şu koca parmağın ortaya çıktığını görmüyor.
Autodidacte : "Öldürmeyin beyefendi!" diye bağırıyor.
Eziliyor; küçücük beyaz bağırsakları karnından dışarı fırlıyor. varoluştan kurtardım onu. Kuru bir sesle. Autodidacte'a:
"Ona iyilik ettim," diyorum.” (s.134)
“Derdim yok benim, mirasyedi gibi param da var. Patronum da, karım da, çocuklarım da yok, sadece varım, hepsi bu. Bu dert öyle belirsiz, öyle metafizik bir şey ki; utanıyorum doğrusu.” (s. 137)
“Düşünüyorum da," diyorum gülerek, "hepimiz şurda, oturmuşuz, o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. Oysa, varolmaya devam etmemiz için hiçbir, ama hiçbir neden yok.” (s.144)
Bulantı’da dikkatimi çeken bir husus, Antoine Roquentin’in yazdıkları sadece sokaklarda gezerken, kahvede gördükleri ile ilgili sınırlıdır. Kaldığı otelde ne olduğu ne yaşadığı ile ilgili bir bir bölüm yoktur. Aslında bir evi yoktur, otel odasını da ev olarak görmüyor olabilir. Sanki evi sokaklar ve zamanının çoğunu geçirdiği kahve ve kütüphanedir. Evi ve eşyası olmamasını özgürlük istemesine bağlıyor ancak sanki bundan da şikayetçi.
“İnsanlar evlerindedir şimdi; onlar da ışıklarını yakmışlardır. Bir şeyler okur, ara sıra pencereden gökyüzüne bakarlar. Onlar için... durum aynı değil. Onlar başka türlü yaşlanmışlardır. Babadan kalma eşyanın, armağanların arasında yaşayıp giderler; mobilyalarının herbiri birer anıdır. Asma saatler, madalyalar, portreler, deniz kabukları, kağıt-tutacakları, paravanlar, şallar. Dolaplar şişelerle, kumaşlarla, pılı-pırtıyla, gazetelerle doludur. Her şeyi saklamışlardır. Geçmiş, mal sahibinin bir lüksüdür.
Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anılan durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim.” (s.87)
Bazen bir şeyleri yapıyor ama aslında yapmak istemiyor. Ancak karşısındaki bu düşüncesini belli etmek istemiyor. Sonunda bunu günlüğüne yazıyor.
“Autodidacte yanıma sokuluyor. Nerdeyse soluğunu
yüzümde duyacağım.
Bir sır veriyormuş̧ gibi: "Bu adamın önünde hiçbir
şey söyleyemem size," diyor. "Lütfetseydiniz... "
"Neyi?"
Kızarıyor. Kalçaları kadınca sallanıyor :
"Beyefendi, ah beyefendi! Peki açıkça söyleyim. Çarşamba günü̈ benimle birlikte öğle yemeğine gelmek lütfunda bulunur musunuz?"
"Sevinerek..."
Kendimi asmaya ne kadar isteğim varsa, onunla yemeğe gitmeyi de o kadar istiyorum.
"Beni mutlu kıldınız," diyor Autodidacte. Sonra hemen ekliyor: "İsterseniz, gelip sizi evden alayım." Birden ortadan kayboluyor. Düşünmek için zaman bırakırsa düşüncemi değiştireceğimden korkuyor herhalde.” (s.101)
Son olarak hümanist insanlar üzerine ilginç bir bölüm:
“O kadar çok hümanist tanıdım ki! Radikal hümanist özellikle memurların dostudur. 'Solcu" hümanist diye adlandırılan da her şeyden fazla, insansal değerlerin korunmasını dert edinmiştir; hiçbir partiden değildir, çünkü insansal olana hıyanet etmek istemez, ama yine de küçük insanlara yakınlık duyar. O güzelim klasik kültürünü alçakgönüllülerin emrine verir. Hümanist, genel olarak, karısını kaybetmiş, gözleri yaşlı bir kimsedir; yıldönümlerinde ağlar durur. Kedileri, köpekleri ve bütün gelişmiş memeli hayvanları da sever. Komünist yazar, insanları ikinci beş yıllık plandan sonra sevmektedir; sevdiği için cezalandırmaktan kaçınmaz. Bütün güçlü kişiler gibi gösterişsizdir ve duygularını saklamasını bilir, ama bir bakış, ya da sesine verdiği bir anlamla, adaletle dolu acı sözlerinin ardında bulunan duyguları; insan kardeşleri için duyduğu o buruk ve tatlı duyguları hissettirir. Ortaya en son çıkmış olan en genç hümanist, yani katolik hümanist, insanlardan şaşkınlık ve hayranlıkla söz açar. "Bir Londra'lı liman işçisinin ya da ayakkabı fabrikasında çalışan kızın; bu küçük insanların hayatı ne güzel bir binbirgece masalıdır" der. O, meleklerin hümanizmini seçmiştir, onlar din ve ahlak bakımından yücelsin diye, güzel ve kasvetli uzun romanlar yazar. Bu romanlar sık sık Femina ödülünü kazanırlar.” (s.150-151)
Jean-Paul Sartre
Bulantı
Çeviren: Selahattin Hilav
Can Yayınları
1981
224 sayfa