Noam Chomsky - Medya Gerçeği
Noam Chomsky kimdir sorusunu tek bir cevabı yoktur. Chomsky’yi tanıtırken Amerikalı aktivist, dil bilimci, filozof, siyasi eleştirmen, tarihçi ve yazar ifadeleri peş peşe sıralanıyor. Chomsky’nin üzerindeki çok yazıp çizdiği konulardan biri de medya ve özellikle ABD ana akım medyası olmuştur. “Medya Gerçeği” kitabı da böyle bir çalışmanın ürünüdür.
Medya Gerçeği, Chomsky’nin yine medya üzerinde çalışmalar yapan akademisyen Edward S. Herman ile birlikte geliştirdikleri Propaganda Modeli üzerinde duruyor. Propaganda Modeli’ni anlatırken de bu modeli ispat etmek için yaptıkları ampirik araştırmalardan örnekler veriyor. Örneğin kitapta üzerinde en çok durulan konulardan biri ABD – Nikaragua ilişkiler ile bu ilişkilerin ABD ana akım medyasında yer alması ile ilgilidir. Aynı şekilde ABD medyasının İsrail ile Filistin ilişkilerini görme biçimi, İran’da devrim öncesi Şah dönemi ile sonrasında ABD basınının hangi konuları nasıl görerek yorumlandığı ayrıntılı bir şekilde tartışılıyor. Kitabın üzerinde durduğu bir başka konu ise ABD medyasının bir karşı taraf, düşman olarak gördüğü Sovyetler Birliği ile ilgili konulardır.
Chomsky’ye göre ABD medyasında her zaman bir “tehdit” unsuru vardır. Sovyetler Birliği çökene kadar bu tehdit komünizmdi, sonrasında bunun yerini terörizm aldı. Ancak her ikisinin de tehdit olarak görülmesini Chomsky şu sözlerle değerlendiriyor:
“Demokrasinin düşmanları eğer "komünist" değillerse, o zaman "terörist", daha iyisi "komünist terörist" yani Uluslararası Komünizm'in desteklediği teröristlerdir. Uluslararası terörizmin 1980'li yıllardaki yükselişi ve düşüşü "yorumların faydası"nı kavramamız açısından önemli bir örnektir.” (s. 173)
Sovyetler’in çöküşünden sonra komünizm “en büyük tehdit” olarak görülmekten çıkarken, yeni ve daha büyük bir “tehdit” ile karşılaşmıştı demokrasinin beşiği ABD. Yıllarca ABD’nin ister Latin Amerika ülkeleri ile ilişkilerinde, isterse de Vietnam ve Kamboçya’yı bombalamasında “meşru gerekçe” komünizm tehdidi olarak gösterildi. ABD ordusu Güzey Vietnam’ı “kurtarayım” derken, Kuzey Vietnam yerine Güzey’i yıllarca bombaladı. “Meşru ve haklı” gerekçe ise buralara ya da Latin Amerika ülkelerine demokrasinin getirilmesi olarak gösterildi.
Tüm dünyaya “demokrasi götürme” çabası da ABD dış politikasının ana hedefi olmuştur.
“Times muhabiri Neil Lewis'in açıkça belirttiği gibi, ifadenin doğru biçimde yorumlanmasıyla, "Amerikan tipi demokrasinin dünyanın her tarafında örnek alındığını görme özleminin Amerikan dış politikasının kalıcı bir teması olduğu" gerçekten doğrudur.” (s. 164)
Peki demokrasi nedir? Daha doğrusu demokrasiyi savunanlar kendileri bu kavramı nasıl yorumlamaktadır. Chomsky burada da farklı bir yaklaşım benimsemektedir.
“Brezilyalı piskoposlara göre, demokrasinin anlamı, yurttaşların bilgilenme, araştırma, tartışma ve politika oluşturmaya katılma ve politik eylem aracılığıyla kendi programlarını ortaya koyma fırsatına sahip olmalarıdır. Bize göre ise demokrasi daha dar bir kapsamda tasarlanmıştır: Yurttaş bir tüketicidir, bir gözlemcidir, ama bir katılımcı değildir. Halkın başka yerlerde hazırlanan politikaları onaylama hakkı vardır, gelgelelim bu sınırlar aşılırsa demokrasi kalmaz ve şöyle ya da böyle çözülmesi gereken "demokrasinin krizi"yle yüz yüze geliriz.” (s. 28)
Demokrasi konusunda tutumdan sonra ABD medyasının terörizm konusunda tutumunu tartışan Chomsky, terörizm ile ilgili üç tutumdan bahseder. Rasyonel olan ve rasyonel olmayan tutumlar.
“Terörizm konusunda takınılabilecek üç tutum vardır: (1) Terörizmi, gerçekler ne olursa olsun, resmi düşmanın üzerine atabiliriz. (2) Terörizm konulu bütün tartışmaları, dikkate alınmayı hak etmeyen, ideolojik güdülerle ortaya atılmış saçmalıklar diye hiçe sayabiliriz. (3) Terörizm olgusunu ciddiye alabilir, terörizmin üzerinde durulup mahkum edilmesi gereken bir şey olduğunu kabul edilebilir, iyice inceleyebilir ve nerede ortaya çıkarsa çıksın teşhir edebiliriz. Akılcı varsayımlarla hareket edersek ilk tavrı bir kenara koyup üçüncüsünü kabul ederiz. İkinci tavır ise bence yanlış olmakla birlikte en azından tartışılabilir bir yaklaşımdır; bence terörizmi ciddiye almak için bütün nedenler mevcuttur ve terörizm kavramı politik söyleme dahil olan çoğu kavram kadar belirgindir.” (s.176)
Chomsky’ye göre medya tamamen rasyonel dışı davranarak, tamamen irrasyonel olan birinci tutumu benimser.
Bir dönem çok güçlü bir düşman olarak Sovyetler Birliği aleyhinde yayınlar yapılmıştı. Tabii, doğal olarak düşmen güçlü olunca da ABD’nin askeri sanayiye yatırım yapması, askeri teknolojiye milyarlarca dolar yatırım yapması normal karşılanmıştı. Yani yapılan yüksek askeri harcamaların gerekçesi güçlü bir düşman olarak gösterildi. Peki düşman gerçekte o kadar güçlü değilse? O zaman da yıllarca ABD sinemasına da konu olan savlar ortaya atıldı. Bu sinema konularında biri Sovyetler Birliği’nde yönetimin zayıflaması ile bir kaç uç görüşlü generalin ABD’ye nükleer füzelerle saldırması ihtimalidir. Chomsky de bunu şu cümlelerle özetliyor:
“Tehlike, "dikkatle yaptıkları planların işe yaramadığını gören ve bütün bölgeye yayılacak milliyetçilik ateşini yakan bir Sovyet liderliğinin umutsuz bir uluslararası maceraya atılabileceği" noktasında çıkar -bir parça "yaralı ayı" teorisini çağrıştırıyor.” (s. 274)
Chomsky, Medya Gerçeği’nde ABD medyasının İsrail konusundaki tutumunu da eleştiriyor. İsrail’in Filistin’e saldırılarını meşru görerek, haklı gösterdiğini ifade ediyor.
“İsrailli yetkililere ve ABD medyasına göre, köylülerin kendi kendilerini yönetmeye kalkışmaları "şiddet", onlara kimin yönettiğini öğretmek için vahşice saldırıya girişmek ise "şiddeti önlemek"tir.” (s.182)
İsrail basın kısıtlamalarında kendini çeşitli ifadelerle savunuyor ve haklı göstermeye çalışıyordu:
“Tam da La Prensa'nın 1986'da, ABD'nin Nikaragua'ya karşı fiilen savaş ilan ettiği günlerde yayımına ara verildiği bir sırada, İsrail, "ifade özgürlüğünü tanıdığımız halde, onların bu özgürlüğü İsrail Devleti'ne zarar vermek amacıyla istismar etmelerinin yasak olduğu" gerekçesiyle iki Kudüs gazetesini, Al Mithaq ve Al-Ahd, süresiz olarak kapatmıştı. İçişleri Bakanı da "devlet güvenliği ve kamu refahının çıkarına" hareket etmek zorunda kalındığını açıklıyordu. Bakan, "Biz basın özgürlüğüne inanıyoruz," diyordu, ama "ifade özgürlüğü ile devletin refahı arasında doğru bir denge kurulmalı". Yüksek Mahkeme bu gazetelerin kapatılmasını şu gerekçeyle onayladı: "İsrail Devleti'nin kendi topraklarında ne kadar meşru olursa olsun işyerleri kurarak kendisini yıkmaya çalışan terörist örgütlere izin vermesi akla bile getirilmez". Hükümet bu iki Arap gazetesini düşman gruplardan destek almakla suçlamıştı.” (s. 192)
“La Prensa 1987'de yeniden faaliyetine başlarken, İsrail basını, "aşırı milliyetçi yayın çizgisi"nden ötürü Nasıra'da (asıl İsrail topraklarında) çıkan bir politik derginin kapatıldığını ve Nablus'ta Arapların sahip olduğu bir haber ajansının iki yıllığına faaliyetten men edildiğini bildiriyordu. Büronun sahibi "yasadışı örgüt üyeliği" suçlamasıyla yargılanmaksızın altı ay hapse atılırken, askeri bir bildiriyle karısının da FKÖ'yle bağları sürdürdüğü açıklanıyordu. Bu tür eylemler, devlet 1948'de kurulalı beri yürürlükte bulunan olağanüstü hal uyarınca "yasal"dır. Yüksek Mahkeme, Nasıra'daki derginin kapatılmasını, güvenlik güçlerinin dergi ile "terörist örgütler" arasında bir bağ bulunduğunu gösteren yeterli kanıtlan ortaya koyduklarına dayanarak ve dergiyi çıkaranın yayınladıkları her şeyin İsrail sansüründen geçtiği şeklindeki savunmasını geçersiz sayarak kapatılma kararını onaylamıştı. Bu gerçeklerin hiçbirisi burada haber konusu bile edilmemiştir; New York Times muhabiri Thomas Friedman, Nablus'daki büronun kapatıldığı gün, İsrail'de basın özgürlüğüne ne kadar saygı gösterildiğini belirten her zamanki övgülerinden birini haber yapmayı seçmişti (s. 192 – 193)
ABD demokratik bir ülke, Sovyetler Birliği ise totaliter bir yönetim şekline sahip bir birine zıt iki farklı sistem olarak biliniyor. Demokratik bir ülke olan ABD’de basın özgürlüğü ve Sovyetler Birliği’nde ise yönetimin basın üzerinde sıkı bir denetimi olduğu yaygın bilinen bir olgudur. Ancak Chomsky iki ülke basınını kıyaslayarak tam tersini söylemektedir. Sovyet basınında ara sıra bile olsa yönetim karşıtı söylemler, yayınlar yer alırken, benzer durumların ise ABD’de görülmediğini ifade ediyor.
“Freedom House, örtük bir biçimde, özgür bir basının sorumluluğunun iç cepheyi sevindirmek olduğunu varsaymaktadır. Freedom House türünden yakınmaları Sovyet askeri komutanlığı ile Parti ideologları da Afganistan konusunda dile getiriyorlardı. Sovyet Savunma Bakanlığı "Sovyet basınını olumsuz yorumlarıyla halkın Sovyet ordusuna beslediği saygıyı sarstığı için keskin biçimde eleştirmekteydi". Özellikle büyük tirajı olan haftalık Ogonyok dergisi, Afgan birlikleri arasında "moralin kötü olduğunu ve firarların önlenemediği"ni, Sovyet birliklerinin bölgeyi denetim altına almayı başaramadıkları ve Sovyet askerleri arasında uyuşturucu kullanımının yayıldığından söz ederek, "meslektaşlarının yanarak kömür olmuş vücutlarının görüntüsü ve kokusu"nu anlatan ve "helikopter kayıplarının yüksek olduğu"nu ima eden bir helikopter pilotunun anlattıklarını yayımlayarak Afganistan'daki savaşa ilişkin "kasvetli bir tablo" çizdiği için ağır eleştirilere uğramıştı. Aralık 1987'de Moscow News, Andrey Saharov'un Sovyet birliklerinin derhal geri çekilmesini isteyen bir mektubuna yer verirken, Tet saldırısıyla ABD'nin elit kesimlerinin bu maceranın astarı yüzünden pahalıya geldiğine ikna olmalarından çok sonraya kadar ABD basınında Vietnam hakkında buna benzer açıklamalara çok ender olarak rastlanabilirdi. Sözgelimi, oldukça çarpıcı bir örnek olan Moskovalı haber muhabiri Vladimir Dançev olayı vardı. Dançev, Mayıs 1983'te beş günü aşan radyo yayınıyla, Sovyetler'in Afganistan'ı işgalini mahkûm edip asileri direnmeye çağırmış, böylece Batı'da önce haklı övgüler alıp daha sonra bir psikiyatri hastahanesine gönderildiği zaman da öfkeli tepkilere yol açmıştı. Oysa Amerika Birleşik Devletleri'nde ne Amerika'nın Çin Hindi'nde girdiği savaşlarda ne de o zamandan beri tek bir Vladimir Dançev bile çıkmamıştır.” (s. 217 – 218)
Chomsky’nin kitapta verdiği örnekleri daha da artırmak mümkün, ancak ana konu Propaganda Modeli çerçevesinde medyanın tutumunun öngörülenle uyuştuğu şeklindedir.
Bir propaganda modeli çeşitli düzeylerde öngörülerde bulunur. Medyanın işleyişiyle ilgili birinci derecede öngörüler vardır. Propaganda modeli ayrıca, medyanın performansının nasıl tartışılıp değerlendirileceğine ilişkin ikinci derecede öngörüler de yapar. Ve bunun arkasından, medyanın performansıyla ilgili incelemelere tepkileri konu alan üçüncü derecede öngörüler gelir. Genel öngörü, her düzeyde, ana eğilim çerçevesinde kalan düşüncelerin mevcut iktidarın ihtiyaçlarını desteklemesi yönündedir. Birinci derecede öngörüler, başından beri üzerinde durduğumuz öngörülerdir. İkinci derecedeki öngörüye göre, medyadaki tartışmalar mevcut iktidarın ihtiyaçlarını tatmin eden bir ölçüyle, yani medyanın sözümona düşmanca tutum takındığı sorunuyla sınırlı kalacaktır. Birinci bölümde tartışılan bu soruna bir sonraki bölümde yeniden eğileceğim. Ancak medyaya ilişkin bir incelemenin bu sınırları aşıp istenmeyen sonuçlara vardığını düşünün. Modelde bu durumla ilgili üçüncü dereceden öngörüler de vardır; modele göre, bu tür incelemeler güçlü ve ayrıcalıklı kesimlerin ihtiyaçlarıyla çelişmesi nedeniyle ya görmezlikten gelinecek ya da ağır bir dille mahkûm edilecektir. Daha önce birkaç örneğe değinilmiştir; gelgelelim konunun ideolojik sistem araştırmalarındaki büyük önemi nedeniyle daha yakından göz atmamız uygun düşecektir. Bu tür araştırmaları engellemek için başvurulan hileleri kavramakta büyük yarar vardır. (s. 229 – 230)
Sonuç olarak demokratik toplumlarda medya insanlara kimi sevip, kime düşman kesileceğini çok başarılı bir şekilde söyler. Ayrıca “örnek bir yurttaş” olarak da politikaları izleyip onayladığımız sürece de “demokrasi çarkları mükemmel bir şekilde” işler. Aksi ise düşünülemez.
Eğer kurulu düzene zıt, farklı, alternatif bir duruş ya da görüş sergilenirse bu durumda John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” kitabında hakkını arayan bir işçiye polislerin dediği gibi “Kızıllar gibi konuşuyor, huzursuzluk çıkartmaya çalışıyor.” durumu ortaya çıkar.
Noam Chomsky
Medya Gerçeği
Orijinal adı: Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies
Çeviri: Abdullah Yılmaz
Tümzamanlar Yayıncılık
İstanbul
1993
504 sayfa
Medya Gerçeği, Chomsky’nin yine medya üzerinde çalışmalar yapan akademisyen Edward S. Herman ile birlikte geliştirdikleri Propaganda Modeli üzerinde duruyor. Propaganda Modeli’ni anlatırken de bu modeli ispat etmek için yaptıkları ampirik araştırmalardan örnekler veriyor. Örneğin kitapta üzerinde en çok durulan konulardan biri ABD – Nikaragua ilişkiler ile bu ilişkilerin ABD ana akım medyasında yer alması ile ilgilidir. Aynı şekilde ABD medyasının İsrail ile Filistin ilişkilerini görme biçimi, İran’da devrim öncesi Şah dönemi ile sonrasında ABD basınının hangi konuları nasıl görerek yorumlandığı ayrıntılı bir şekilde tartışılıyor. Kitabın üzerinde durduğu bir başka konu ise ABD medyasının bir karşı taraf, düşman olarak gördüğü Sovyetler Birliği ile ilgili konulardır.
Chomsky’ye göre ABD medyasında her zaman bir “tehdit” unsuru vardır. Sovyetler Birliği çökene kadar bu tehdit komünizmdi, sonrasında bunun yerini terörizm aldı. Ancak her ikisinin de tehdit olarak görülmesini Chomsky şu sözlerle değerlendiriyor:
“Demokrasinin düşmanları eğer "komünist" değillerse, o zaman "terörist", daha iyisi "komünist terörist" yani Uluslararası Komünizm'in desteklediği teröristlerdir. Uluslararası terörizmin 1980'li yıllardaki yükselişi ve düşüşü "yorumların faydası"nı kavramamız açısından önemli bir örnektir.” (s. 173)
Sovyetler’in çöküşünden sonra komünizm “en büyük tehdit” olarak görülmekten çıkarken, yeni ve daha büyük bir “tehdit” ile karşılaşmıştı demokrasinin beşiği ABD. Yıllarca ABD’nin ister Latin Amerika ülkeleri ile ilişkilerinde, isterse de Vietnam ve Kamboçya’yı bombalamasında “meşru gerekçe” komünizm tehdidi olarak gösterildi. ABD ordusu Güzey Vietnam’ı “kurtarayım” derken, Kuzey Vietnam yerine Güzey’i yıllarca bombaladı. “Meşru ve haklı” gerekçe ise buralara ya da Latin Amerika ülkelerine demokrasinin getirilmesi olarak gösterildi.
Tüm dünyaya “demokrasi götürme” çabası da ABD dış politikasının ana hedefi olmuştur.
“Times muhabiri Neil Lewis'in açıkça belirttiği gibi, ifadenin doğru biçimde yorumlanmasıyla, "Amerikan tipi demokrasinin dünyanın her tarafında örnek alındığını görme özleminin Amerikan dış politikasının kalıcı bir teması olduğu" gerçekten doğrudur.” (s. 164)
Peki demokrasi nedir? Daha doğrusu demokrasiyi savunanlar kendileri bu kavramı nasıl yorumlamaktadır. Chomsky burada da farklı bir yaklaşım benimsemektedir.
“Brezilyalı piskoposlara göre, demokrasinin anlamı, yurttaşların bilgilenme, araştırma, tartışma ve politika oluşturmaya katılma ve politik eylem aracılığıyla kendi programlarını ortaya koyma fırsatına sahip olmalarıdır. Bize göre ise demokrasi daha dar bir kapsamda tasarlanmıştır: Yurttaş bir tüketicidir, bir gözlemcidir, ama bir katılımcı değildir. Halkın başka yerlerde hazırlanan politikaları onaylama hakkı vardır, gelgelelim bu sınırlar aşılırsa demokrasi kalmaz ve şöyle ya da böyle çözülmesi gereken "demokrasinin krizi"yle yüz yüze geliriz.” (s. 28)
Demokrasi konusunda tutumdan sonra ABD medyasının terörizm konusunda tutumunu tartışan Chomsky, terörizm ile ilgili üç tutumdan bahseder. Rasyonel olan ve rasyonel olmayan tutumlar.
“Terörizm konusunda takınılabilecek üç tutum vardır: (1) Terörizmi, gerçekler ne olursa olsun, resmi düşmanın üzerine atabiliriz. (2) Terörizm konulu bütün tartışmaları, dikkate alınmayı hak etmeyen, ideolojik güdülerle ortaya atılmış saçmalıklar diye hiçe sayabiliriz. (3) Terörizm olgusunu ciddiye alabilir, terörizmin üzerinde durulup mahkum edilmesi gereken bir şey olduğunu kabul edilebilir, iyice inceleyebilir ve nerede ortaya çıkarsa çıksın teşhir edebiliriz. Akılcı varsayımlarla hareket edersek ilk tavrı bir kenara koyup üçüncüsünü kabul ederiz. İkinci tavır ise bence yanlış olmakla birlikte en azından tartışılabilir bir yaklaşımdır; bence terörizmi ciddiye almak için bütün nedenler mevcuttur ve terörizm kavramı politik söyleme dahil olan çoğu kavram kadar belirgindir.” (s.176)
Chomsky’ye göre medya tamamen rasyonel dışı davranarak, tamamen irrasyonel olan birinci tutumu benimser.
Bir dönem çok güçlü bir düşman olarak Sovyetler Birliği aleyhinde yayınlar yapılmıştı. Tabii, doğal olarak düşmen güçlü olunca da ABD’nin askeri sanayiye yatırım yapması, askeri teknolojiye milyarlarca dolar yatırım yapması normal karşılanmıştı. Yani yapılan yüksek askeri harcamaların gerekçesi güçlü bir düşman olarak gösterildi. Peki düşman gerçekte o kadar güçlü değilse? O zaman da yıllarca ABD sinemasına da konu olan savlar ortaya atıldı. Bu sinema konularında biri Sovyetler Birliği’nde yönetimin zayıflaması ile bir kaç uç görüşlü generalin ABD’ye nükleer füzelerle saldırması ihtimalidir. Chomsky de bunu şu cümlelerle özetliyor:
“Tehlike, "dikkatle yaptıkları planların işe yaramadığını gören ve bütün bölgeye yayılacak milliyetçilik ateşini yakan bir Sovyet liderliğinin umutsuz bir uluslararası maceraya atılabileceği" noktasında çıkar -bir parça "yaralı ayı" teorisini çağrıştırıyor.” (s. 274)
Chomsky, Medya Gerçeği’nde ABD medyasının İsrail konusundaki tutumunu da eleştiriyor. İsrail’in Filistin’e saldırılarını meşru görerek, haklı gösterdiğini ifade ediyor.
“İsrailli yetkililere ve ABD medyasına göre, köylülerin kendi kendilerini yönetmeye kalkışmaları "şiddet", onlara kimin yönettiğini öğretmek için vahşice saldırıya girişmek ise "şiddeti önlemek"tir.” (s.182)
İsrail basın kısıtlamalarında kendini çeşitli ifadelerle savunuyor ve haklı göstermeye çalışıyordu:
“Tam da La Prensa'nın 1986'da, ABD'nin Nikaragua'ya karşı fiilen savaş ilan ettiği günlerde yayımına ara verildiği bir sırada, İsrail, "ifade özgürlüğünü tanıdığımız halde, onların bu özgürlüğü İsrail Devleti'ne zarar vermek amacıyla istismar etmelerinin yasak olduğu" gerekçesiyle iki Kudüs gazetesini, Al Mithaq ve Al-Ahd, süresiz olarak kapatmıştı. İçişleri Bakanı da "devlet güvenliği ve kamu refahının çıkarına" hareket etmek zorunda kalındığını açıklıyordu. Bakan, "Biz basın özgürlüğüne inanıyoruz," diyordu, ama "ifade özgürlüğü ile devletin refahı arasında doğru bir denge kurulmalı". Yüksek Mahkeme bu gazetelerin kapatılmasını şu gerekçeyle onayladı: "İsrail Devleti'nin kendi topraklarında ne kadar meşru olursa olsun işyerleri kurarak kendisini yıkmaya çalışan terörist örgütlere izin vermesi akla bile getirilmez". Hükümet bu iki Arap gazetesini düşman gruplardan destek almakla suçlamıştı.” (s. 192)
“La Prensa 1987'de yeniden faaliyetine başlarken, İsrail basını, "aşırı milliyetçi yayın çizgisi"nden ötürü Nasıra'da (asıl İsrail topraklarında) çıkan bir politik derginin kapatıldığını ve Nablus'ta Arapların sahip olduğu bir haber ajansının iki yıllığına faaliyetten men edildiğini bildiriyordu. Büronun sahibi "yasadışı örgüt üyeliği" suçlamasıyla yargılanmaksızın altı ay hapse atılırken, askeri bir bildiriyle karısının da FKÖ'yle bağları sürdürdüğü açıklanıyordu. Bu tür eylemler, devlet 1948'de kurulalı beri yürürlükte bulunan olağanüstü hal uyarınca "yasal"dır. Yüksek Mahkeme, Nasıra'daki derginin kapatılmasını, güvenlik güçlerinin dergi ile "terörist örgütler" arasında bir bağ bulunduğunu gösteren yeterli kanıtlan ortaya koyduklarına dayanarak ve dergiyi çıkaranın yayınladıkları her şeyin İsrail sansüründen geçtiği şeklindeki savunmasını geçersiz sayarak kapatılma kararını onaylamıştı. Bu gerçeklerin hiçbirisi burada haber konusu bile edilmemiştir; New York Times muhabiri Thomas Friedman, Nablus'daki büronun kapatıldığı gün, İsrail'de basın özgürlüğüne ne kadar saygı gösterildiğini belirten her zamanki övgülerinden birini haber yapmayı seçmişti (s. 192 – 193)
ABD demokratik bir ülke, Sovyetler Birliği ise totaliter bir yönetim şekline sahip bir birine zıt iki farklı sistem olarak biliniyor. Demokratik bir ülke olan ABD’de basın özgürlüğü ve Sovyetler Birliği’nde ise yönetimin basın üzerinde sıkı bir denetimi olduğu yaygın bilinen bir olgudur. Ancak Chomsky iki ülke basınını kıyaslayarak tam tersini söylemektedir. Sovyet basınında ara sıra bile olsa yönetim karşıtı söylemler, yayınlar yer alırken, benzer durumların ise ABD’de görülmediğini ifade ediyor.
“Freedom House, örtük bir biçimde, özgür bir basının sorumluluğunun iç cepheyi sevindirmek olduğunu varsaymaktadır. Freedom House türünden yakınmaları Sovyet askeri komutanlığı ile Parti ideologları da Afganistan konusunda dile getiriyorlardı. Sovyet Savunma Bakanlığı "Sovyet basınını olumsuz yorumlarıyla halkın Sovyet ordusuna beslediği saygıyı sarstığı için keskin biçimde eleştirmekteydi". Özellikle büyük tirajı olan haftalık Ogonyok dergisi, Afgan birlikleri arasında "moralin kötü olduğunu ve firarların önlenemediği"ni, Sovyet birliklerinin bölgeyi denetim altına almayı başaramadıkları ve Sovyet askerleri arasında uyuşturucu kullanımının yayıldığından söz ederek, "meslektaşlarının yanarak kömür olmuş vücutlarının görüntüsü ve kokusu"nu anlatan ve "helikopter kayıplarının yüksek olduğu"nu ima eden bir helikopter pilotunun anlattıklarını yayımlayarak Afganistan'daki savaşa ilişkin "kasvetli bir tablo" çizdiği için ağır eleştirilere uğramıştı. Aralık 1987'de Moscow News, Andrey Saharov'un Sovyet birliklerinin derhal geri çekilmesini isteyen bir mektubuna yer verirken, Tet saldırısıyla ABD'nin elit kesimlerinin bu maceranın astarı yüzünden pahalıya geldiğine ikna olmalarından çok sonraya kadar ABD basınında Vietnam hakkında buna benzer açıklamalara çok ender olarak rastlanabilirdi. Sözgelimi, oldukça çarpıcı bir örnek olan Moskovalı haber muhabiri Vladimir Dançev olayı vardı. Dançev, Mayıs 1983'te beş günü aşan radyo yayınıyla, Sovyetler'in Afganistan'ı işgalini mahkûm edip asileri direnmeye çağırmış, böylece Batı'da önce haklı övgüler alıp daha sonra bir psikiyatri hastahanesine gönderildiği zaman da öfkeli tepkilere yol açmıştı. Oysa Amerika Birleşik Devletleri'nde ne Amerika'nın Çin Hindi'nde girdiği savaşlarda ne de o zamandan beri tek bir Vladimir Dançev bile çıkmamıştır.” (s. 217 – 218)
Chomsky’nin kitapta verdiği örnekleri daha da artırmak mümkün, ancak ana konu Propaganda Modeli çerçevesinde medyanın tutumunun öngörülenle uyuştuğu şeklindedir.
Bir propaganda modeli çeşitli düzeylerde öngörülerde bulunur. Medyanın işleyişiyle ilgili birinci derecede öngörüler vardır. Propaganda modeli ayrıca, medyanın performansının nasıl tartışılıp değerlendirileceğine ilişkin ikinci derecede öngörüler de yapar. Ve bunun arkasından, medyanın performansıyla ilgili incelemelere tepkileri konu alan üçüncü derecede öngörüler gelir. Genel öngörü, her düzeyde, ana eğilim çerçevesinde kalan düşüncelerin mevcut iktidarın ihtiyaçlarını desteklemesi yönündedir. Birinci derecede öngörüler, başından beri üzerinde durduğumuz öngörülerdir. İkinci derecedeki öngörüye göre, medyadaki tartışmalar mevcut iktidarın ihtiyaçlarını tatmin eden bir ölçüyle, yani medyanın sözümona düşmanca tutum takındığı sorunuyla sınırlı kalacaktır. Birinci bölümde tartışılan bu soruna bir sonraki bölümde yeniden eğileceğim. Ancak medyaya ilişkin bir incelemenin bu sınırları aşıp istenmeyen sonuçlara vardığını düşünün. Modelde bu durumla ilgili üçüncü dereceden öngörüler de vardır; modele göre, bu tür incelemeler güçlü ve ayrıcalıklı kesimlerin ihtiyaçlarıyla çelişmesi nedeniyle ya görmezlikten gelinecek ya da ağır bir dille mahkûm edilecektir. Daha önce birkaç örneğe değinilmiştir; gelgelelim konunun ideolojik sistem araştırmalarındaki büyük önemi nedeniyle daha yakından göz atmamız uygun düşecektir. Bu tür araştırmaları engellemek için başvurulan hileleri kavramakta büyük yarar vardır. (s. 229 – 230)
Sonuç olarak demokratik toplumlarda medya insanlara kimi sevip, kime düşman kesileceğini çok başarılı bir şekilde söyler. Ayrıca “örnek bir yurttaş” olarak da politikaları izleyip onayladığımız sürece de “demokrasi çarkları mükemmel bir şekilde” işler. Aksi ise düşünülemez.
Eğer kurulu düzene zıt, farklı, alternatif bir duruş ya da görüş sergilenirse bu durumda John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” kitabında hakkını arayan bir işçiye polislerin dediği gibi “Kızıllar gibi konuşuyor, huzursuzluk çıkartmaya çalışıyor.” durumu ortaya çıkar.
Noam Chomsky
Medya Gerçeği
Orijinal adı: Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies
Çeviri: Abdullah Yılmaz
Tümzamanlar Yayıncılık
İstanbul
1993
504 sayfa
Medyanın gücünü anlamak için iyi bir kitap sanırım :)) Not alındı :))
Medyanın gücü ve aynı zamanda sahip olanların nasıl kullandığını görmek için.