Desiderius Erasmus - Deliliğe Övgü
Desiderius Erasmus’un ilk defa 1511 yılında yayımlanan kitabı “Deliliğe Övgü” günümüzde de güncelliğini koruyan ve çok okunan kitaplardan biridir. Okuduğum ve Kabalcı Yayınevi’nden çıkan baskının sunuş kısmında çevirmen Çiğdem Dürüşken, “Erasmus ve Deliliğe Övgü Üzerine” başlığı altında hem Erasmus’un hayatı hem de eseri ile ilgili ayrıntılı bilgi veriyor.
Dünyaca ünlü bu kişinin hayatı hiç de “mutlu” bir başlangıç sayılmaz. Evlilik dışı bir ilişkiden doğduğu için çocukluk yılları bunun acılarıyla doludur. Erasmus, Hollanda’nın Rotterdam kentinde, tahminen 28 Ekim 1466 yılında doğmuş ve 12 Temmuz 1536 yılında Basel’de hayata gözlerini yummuştu.
Hayatını okurken en dikkatimi çeken ve belki de beni imrendiren kısmı, Erasmus’un yaşamının belirli bir kısmında Avrupa’nın farklı kentlerini gezmesi ve buradaki kütüphanelerin tozunu yutma fırsatı elde etmesi olmuştur. İşte bu fırsatlar Erasmus’u Erasmus yapan olaylardır. Zengin kitap koleksiyonları olan Avrupa kütüphanelerine erişim imkânı ona farklı bilgilere ulaşma fırsatı sağlamıştır.
Erasmus’ta gördüğüm bir şeyi daha önce Thomas More ve Shakespeare’de de fark etmiştim. Deliliğe Övgü’de Erasmus, onlarca antik Yunan-Roma klasiğine atıfta bulunuyor. Avrupa’nın özellikle Rönesans aydınlarının temel kitaplarının büyük bölümü antik Yunan-Roma’dan geliyor. Bu insanların bilgi birikiminin temellerini Yunanca ve Latince klasikler oluşturuyor. Zaten okurken de bunu fark ediyorsunuz.
Bu arada Deliliğe Övgü’yü Latince’den çeviren Çiğdem Dürüşken, sunuşta Erasmus’un hayatıyla ilgili çok güzel bir anlatım yapmış. Kısa ve öz bilgiler olmadan da eksik bir okuma olurdu. Ayrıca metinlerdeki dipnotlarda da Erasmus’un değindiği kişi, yer ve olay isimlerinin de tek tek açıklaması bulunuyor. Çevirmenin kitapla ilgili yazısından dikkatimi çeken iki paragraf şöyle:
“Erasmus'un Deliliğe Övgü'sü gerçekten de baştan sona retoriksel bir söz oyunudur. Dönemin Avrupa'sındaki siyasal, toplumsal ve dinsel çarpıklıklara sanatsal bir başkaldırıdır. Teknik anlamda bakıldığında, klasik retoriğin encomium (övgü) türündeki söylevleri arasına girmektedir, ama şu var ki, klasik retoriğin genel kuralları gereği, genellikle cenaze söylevleri, tarihi kişiliklerin başarılarının övülmesi ya da spor müsabakalarında yengi kazanan atletlere hitaben yapılan övgüler encomium türü söylevlerdir. Erasmus'un Lucianus tarzında kaleme aldığı encomiumu ise alaycı bir övgüdür, dolayısıyla hem klasik retoriğin hem de ortaçağ okullarında öğretilen retoriğin basmakalıp kurallarının dışına çıkan, Rönesans dönemine ait özel bir yazım tekniği içerir. Bu açıdan Rönesans yergi türünün ilk ve en iyi örneğidir. (Çiğdem Dürüşken, “Erasmus ve Deliliğe Övgü Üzerine”, s. 19)
“Eserine başkarakter olarak Stultitia'yı (Delilik) seçti, yan karakterler olarak da toplumdaki bütün aymazlıkları kişileştirdi ve onları Deliliğin maiyetine verdi. Böylece Stultitia ve sadık hizmetkarları, yani Kendini Beğenmişlik, Dalkavukluk, Unutkanlık, Tembellik, Haz, Kaçıklık, Şehvet, Taşkınlık ve Derin Uyku ile birlikte eser boyunca bir yandan toplumun ve insanın bütün kusurlarını ince bir alayla yererken, bir yandan da doğruluğun, erdemin ve onurun asıl anlamlarını zihinlere zerk etmeye başladı.” (Çiğdem Dürüşken, “Erasmus ve Deliliğe Övgü Üzerine”, s. 20)
Azerbaycan edebiyatından Seyid Azim Şirvani’nin kısa bir şiiri vardır. Şiirin adı “Molla ve Çobanın Hikâyesi.” Özeti şöyle: Bir gün bir molla bir çobana rastlar. Konuşmaları sırasında çoban der ki, “Molla bir deli şeytan diyor ki, al sürüden iki koyunu ver mollaya.” Molla hemen atılır ve şeytan dinde kötü olsa da arada sırada doğru söylediği üzerine nutuk çekmeye başlar. Bu sefer de çoban der ki, “Bir deli şeytan da diyor ki al şu değneği geçir mollanın kafasına.” Bu sefer de molla şeytanın nasıl da çirkin ve kötü yaratık olduğunu söyleyerek çobana kendisine vurmaması için yalvarır.
Erasmus da “delilik” derken işte bazen işimize geldiğinde deli olmayı, gelmediğinde de başkalarını delilikle suçladığımız “delilik”i alıp, onun her yönüyle hayatımıza nasıl yön verdiğini anlatıyor. Bir kadının bir erkeğe kendisini beğendirmek için nasıl deliliklere katlandığını, erkeklerin de kadınlardan istediklerini almak için ne sululuklar, delilikler yaptığına değinir. Sonuçta evliliğin kendisinin bir delilik, kadınların çocuk doğurmak için katlandıkları bunca eziyete delilik diyor.
Erasmus, kitaba Thomas More’a seslenerek başlar ve bu kitabı ona ithaf etiğini söyler. Zaten kitabın ismindeki “delilik” kelimesi More’un soy isminin Yunanca’sıdır. Burada da arkadaşına şaka yollu bir gönderme yapıyor.
Erasmus ilk satırlardan bu kitapta yaptığı eleştirileri kimsenin ciddiye alıp kendisine yönelik saldırılarda bulunmamasını ister. Çünkü yaptığı eleştiriler belli başlı kişilere değildir. Bunu şöyle anlatır:
“Ayrıca benim bu eleştirimden her tür insan nasibini aldığına göre, öfkemin tek bir insana değil, insanlığın bütün kusurlarına yönelik olduğu anlaşılır. O halde biri çıkar da kendisinin incitildiğini haykırırsa, bilin ki ya vicdanıyla ya da korkusuyla yüzleşmiştir.” (s. 34)
More’a yazdığı sözlerden sonra Erasmus sözü “Delilik”e verir ve bundan sonra anlatma işini o üstlenir. Kitabın sonuna kadar da anlatıcı/delilik bir dizi konuda övgü/yergisini dile getirir, yaşadığı çağda gördüğü çarpıklıkları eleştirir.
İşte Delilik’in konuşması böyle başlar. Delilik işe ilk önce hatipleri ve hazırladıkları konuşmaları eleştirerek başlar ve şöyle devam eder:
“Çünkü bu durumda günümüz hatiplerini taklit etmemde bir sakınca yoktur sanırım; yani şu sülükler gibi çatal dillerini gösterebilirlerse kendilerinin Tanrı olduğuna inananları ve Latince söylevlerinin arasına mozaik gibi yerli yersiz birkaç Yunanca kelime döşeyip muhteşem bir iş çıkardıklarını sananları. Dahası, yabancı kelimeler bulamazlarsa, küflü elyazmalarının arasından köhneleşmiş dört beş terim çıkarıp okuyucunun kafasını öyle bulandırır ki bu adamlar; hiç kuşkusuz anlayanlar kendileriyle gururlandıkça gururlansın, anlamayanlar da anlamadıkları şeye kat kat hayranlık duysun diye böyle yaparlar.” (s. 44)
“Evet, artık adımı biliyorsunuz; ey dostlar, peki ben size nasıl hitap edeceğim? En deliler diyeceğim tabii, başka ne?” (s. 44) diyen Delilik, daha sonra kendisinin anlatmaya başlar. Nerde doğdu, kimdir, kiminle yoldaştır ve sair. Delilik doğduktan sonra kendisini vücuda getiren şeyleri, kendisine meme veren kişileri sıralar. Kısacası deliliği delilik yapan ya da bunları yaparsa insana deli denilen nitelikler ve kavramlar.
Az önce kendini imparatorluklara hükmediyor olarak tanıtan delilik devamında kendini tanrıça ilan eder, daha da ileri giderek tanrıların başı olan bir tanrıça.
“Nihayet soyumu sopumu, yetişme biçimimi ve yoldaşlarımı öğrendiniz. Şimdi Tanrıça adını sebepsiz yere aldığımı düşünmemeniz için hem Tanrılara hem de insanlara ne çok faydam dokunduğunu, tanrısal gücümün nerelere kadar yayıldığını, kulağınızı bana verirseniz, size anlatacağım.” (s. 49)
Bir insan ancak kendini deliliğe vurursa bunları söyleyebilir ya da yazabilir. İşte delilik okura açık açık soruyor. Bu cümleleri okuyan okurun yüzünde bir tebessüm meydana gelmemesi mümkün değil. Aslında deliliğin üzerinde durduğu ve sorduğu soru çok akıllıca. Ya da çok doğru bir konu ama bir akıllı bunu ulu orta konuşmaz. Ancak delilik yapabilir ve şöyle der:
“Ama niçin sizinle her zamanki tavrımla, yani açık açık konuşmuyorum? Soruyorum, tanrıları ve insanları doğuranın hangi saygıdeğer organ olduğunu düşünüyorsunuz, acaba baş mı, yoksa yüz mü, yürek mi, el mi, kulak mı? Hayır, hiçbiri değil, insan soyunu dünyaya getiren öyle şapşal, öyle gülünç bir organ ki, gülmeden adını bile söyleyemeyiz. Bu organ şu bildiğimiz kutsal pınardır işte, her şey yaşamını bu pınardan çeker alır, yoksa öyle Pythagoras dörtlüsünden falan değil.” (s. 51)
Delilik özetle her şeyi bana borçlusunu diyor ve örnekler veriyor.
Delilik bu sefer bir bilge gibi konuşur:
“Yaşam nedir ki, yaşam dediğinize değer bir şey kalır mı ortada, zevki çıkardığınız anda? İşte alkışlıyorsunuz. Çünkü biliyorum ki, hiçbiriniz bu sözüme karşı çıkacak kadar bilge ya da daha çok deli -affedin, çok fazla bilge demek istiyordum- değilsiniz. Şu Stoacılar bile zevki hor görmez, ama canla başla çalışıp hor görüyormuş gibi yaparlar ve binlerce hakaret yağdırıp onu halkın gözünde paçavraya çevirirler; dertleri, başkalarına gözdağı vererek zevkten sadece kendilerinin yararlanmasını sağlamak. Ama Iuppiter aşkına, bana şunu söylesinler, zevk olmadan, yani delilik baharatını katmadan bir ömrü üzüntüsüz, neşeli, latif, leziz, kasvetsiz geçirmek mümkün mü?” (s. 53)
“Haydi, söyleyin bakalım, dostların kusurlarını görmezlikten gelmek, geçiştirmek, göz yummak, olduğundan farklı görmek, apaçık kusurları erdemmiş gibi sevip saymak, bunlara hayranlık beslemek delilikle akraba olmak değil de nedir? Birinin sevgilisindeki bene öpücükler kondurması, diğerinin Kuzucuğunun burnundaki yumruyu sevip okşaması, bir babanın oğlunun şaşı gözündeki ışığı anlata anlata bitirememesi, rica ederim söyleyin, bunlar saf delilik değil de nedir? Defalarca haykırabilirsiniz deliliktir diye; ama işte bir tek bu delilik dostları birbirine bağlar ve bu bağı sonsuza değin korur.” (s. 69)
“Toplumlar yaratır bu delilik, bu delilik imparatorluklar kurar, yüksek memurluklar, dinler, meclisler, mahkemeler; işin aslı insanın bütün hayatı delilik oyunundan başka bir şey değildir.” (s. 80)
Kısacası ona göre her şeyin kaynağı deliliktir. Haz ve zevk için yapılan şeyler de delilik. Zaten deliliğin verdiği haz olmazsa insanlar hiç bir şey yapmazdı.
İnsanın yaşamındaki bütün bu sıkıntı ve zorlukları sayan Delilik, yaşamın çekilebilir olmasının tek sebebinin de kendisi olduğunu söylüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Ona yardım edenler de var.
“Ama ben kâh cehalet, kâh kaygısızlık sayesinde kimi zaman kötülükleri unutturarak, kimi zaman iyilikleri umut ettirerek, kimi zaman bir tutam bal tatlısı zevk serperek bunca derdin üstesinden öyle bir gelirim ki, insanlar bu yaşamı hiç bırakmak istemezler. (s. 88)
“Ayrıca benim delilerimin hiç de küçümsenmeyecek bir özelliğini burada söylememe izin verin; samimi ve hakikati söyleyen tek insandır kendileri. Hakikat dışında övgüye değer bir şey olabilir mi? … Delinin yüreğinde ne varsa, yüzüne de yansıtır, sözüne de. Oysa, yine Euripides’in bize anımsattığı gibi, bilgelerin iki dili vardır, biriyle hakikati söylerler, diğeriyle durum neyi gerektiriyorsa onu. Siyahı beyaza çevirmek bilgelerin işidir, tek bir solukta hem sıcak hem soğuk üflemek de, yüreğinde başka şey saklarken sözüne başka şey yansıtmak da.” (s. 99)
BİLGE VE DELİYİ KARŞILAŞTIRIYOR
“Bu sözler bir bilgenin dilinden dökülmüş olsa, kesinlikle ipe götürülürdü. Ama deli söyledi mi, inanılmaz derecede keyif verir. Çünkü hakikati söylemenin kendine özgü bir zevki vardır, gücendirmemeyi beceriyorsa tabii. İşte bu meziyeti Tanrılar sadece benim delilerime bağışlamıştır.” (s. 100)
Kitapta önemli bir bölüm Erasmus’un Hıristiyanlık, din adı altında yapılan işler, din adamlarının yaptıklarını eleştirmeye ve yermeye ayırmıştır. Hıristiyanlığı ve azizlere atfedilen güçleri eleştiriyor. Rahipleri, papaları, kardinalleri eleştirmekten de geri durmuyor. Bu din adamlarının İsa’dan ve Tanrı’dan çok kendi çıkarları için çalıştıklarını ve dini kendi amaçlarına ulaşmak için kullandıklarını söyler. Zaten en başta yazdıklarından dolayı belirli bir kesimin, tabii ki din adamlarını kastediyor, bu sözlerden alınacağını da bildiği için buna değinmiştir. Ayrıca dile getirdiği eleştiriler ve kullandığı laflar da ağırdır.
“Tek tek her yörenin kendisine ait bir azizi olduğunu iddia etmesi de farklı bir delilik biçimi olmasa gerek; her bir azize tek tek güçler bahşedilmiştir, her birinin kendisine özgü tapım biçimleri vardır; birisi diş ağrısına deva olur, diğeri çocuk doğururken kadınların sağ tarafında durur, bir başkası çalınan eşyanın bulunmasına yardım eder; birisi gemi kazalarında kurtarıcı olarak belirir, diğeri sürüleri kollar ve bu böyle sürer gider. Belli ki hepsini tek tek saymak uzun sürecek. Ama tek başlarına birden fazla konuda yardıma koşanları da atlamayalım, özellikle Tanrımızın Anası Bakire’yi; çünkü cahil halk neredeyse oğlundan fazla güç atfeder ona.” (s. 111)
“İşte Hıristiyanların günlük yaşamı dünyanın ne tarafına gitseniz bu tür kaçıklıklarla kaynar; ama bundan elde edecekleri kazancın farkında olan Rahipler hiç vicdan azabı çekmeden bütün bunları hoş görür ve destekler.” (s. 113)
Din adamlarından sonra gramercileri, gramer öğretmenlerini ve hatipleri yeriyor. Devamında mantıkçıları ve sofistleri, bunların ardından filozofları eleştirir.
“Filozofların ardından ilahiyatçılar gelir, ama onlar hakkında sessizliğimi koruyup Camarina çamuruna çomak sokmasam ve o nahoş bitkiye hiç dokunmasam belki hakkımda daha hayırlı olur, çünkü bunlar son derece kibirli ve alıngan insanlardır, sonra sözlerimden bin türlü sonuç çıkartıp alayı üzerime saldırır ve söylediklerimi yutmam gerekir, yutmayacak olsam anında beni sapkın ilan ederler. Çünkü pek hazzetmedikleri birini buldular mı hep böyle yıldırımlar yağdırıp derhal sindirmeye çalışırlar.” (s. 140 - 141)
Hıristiyan din görevlilerini anlatırken dozu biraz daha artırıyor ve daha ağır laflarla onları eleştiriyor. Hiç İncil ya da temel eserleri okumadan kendilerini her şey bilir zannetmekle ve insanlara vaaz vermekle suçlar.
“İçlerinde bazıları vardır ki, sefaletleriyle, yoksulluklarıyla kurum kurum kurulurlar, ama bu arada kapı eşiklerinde böğüre böğüre ekmek dilenirler, diğer bütün dilencilerin kazancıyla oynayıp her hana, her taşıta, her gemiye musallat olurlar. Yine de şirin dostlarımızmış gibi geçinip bütün bu iğrençlikleriyle, cahillikleriyle, hödüklükleriyle ve utanmazlıklarıyla bize havarilerin yaşam tarzını sunduklarını iddia ederler.” (s. 156)
Sonra krallar ve avanelerine geçiyor. Avanelerle ilgili şöyle konuşur.
“Peki ya o saray avanelerine ne demeliyim? Çoğu sadece yaltakçı, köle tabiatlı, ahmak ve değersiz yaratık olduğu halde her şeyin en ön sırasında yer almaya bayılır. Buna rağmen bir tek konuda gösterişten uzaktırlar; altınlarını, mücevherlerini, mor giysilerini ve bunlar gibi bütün erdem ve bilgelik simgelerini bedenlerine takıp takıştırmaktan büyük zevk alırlar, ama bu simgelerin anlamı için uğraşıp didinmeyi başkalarına bırakırlar. Krala, efendimiz diye hitap edebildikleri, onu üç beş kelimeyle nasıl selamlayabileceklerini öğrenebildikleri, yüce ekselansları, lordumuz ve majesteleri gibi nezaket ifadelerini yerli yerinde kullanmayı bilebildikleri için, kendilerini dünyanın en şanslı insanları sayarlar. Utanç duygularından mükemmel derecede soyundukları için güle oynaya yaltaklanabilirler.” (s. 171)
Eramus kitapta yaşadığı ortamdaki toplumsal, siyasal ve dinsel çarpıklıklara mizahi dille bir eleştiri getiriyor. Bir taraftan övgü dediği şeyler aslında eleştiridir, diğer taraftan ise eleştiri ya da yergi şeklinde verdiği şeyler ise gerçekten övdüğü şeylerdir. Kitaba mizahi ve biraz da alaycı bir dille başlayan Erasmus, kitabın sonunda ise ciddi bir dille birkaç sayfa da olsa birkaç konuya değinerek, öğüt verir.
Desiderius Erasmus
Deliliğe Övgü
Özgün adı: Stultitiae Laus
Latinceden çeviren: Çiğdem Dürüşken
2. Basım
Kabala Yayınevi
İstanbul
2010
222 sayfa.
Dünyaca ünlü bu kişinin hayatı hiç de “mutlu” bir başlangıç sayılmaz. Evlilik dışı bir ilişkiden doğduğu için çocukluk yılları bunun acılarıyla doludur. Erasmus, Hollanda’nın Rotterdam kentinde, tahminen 28 Ekim 1466 yılında doğmuş ve 12 Temmuz 1536 yılında Basel’de hayata gözlerini yummuştu.
Hayatını okurken en dikkatimi çeken ve belki de beni imrendiren kısmı, Erasmus’un yaşamının belirli bir kısmında Avrupa’nın farklı kentlerini gezmesi ve buradaki kütüphanelerin tozunu yutma fırsatı elde etmesi olmuştur. İşte bu fırsatlar Erasmus’u Erasmus yapan olaylardır. Zengin kitap koleksiyonları olan Avrupa kütüphanelerine erişim imkânı ona farklı bilgilere ulaşma fırsatı sağlamıştır.
Erasmus’ta gördüğüm bir şeyi daha önce Thomas More ve Shakespeare’de de fark etmiştim. Deliliğe Övgü’de Erasmus, onlarca antik Yunan-Roma klasiğine atıfta bulunuyor. Avrupa’nın özellikle Rönesans aydınlarının temel kitaplarının büyük bölümü antik Yunan-Roma’dan geliyor. Bu insanların bilgi birikiminin temellerini Yunanca ve Latince klasikler oluşturuyor. Zaten okurken de bunu fark ediyorsunuz.
Bu arada Deliliğe Övgü’yü Latince’den çeviren Çiğdem Dürüşken, sunuşta Erasmus’un hayatıyla ilgili çok güzel bir anlatım yapmış. Kısa ve öz bilgiler olmadan da eksik bir okuma olurdu. Ayrıca metinlerdeki dipnotlarda da Erasmus’un değindiği kişi, yer ve olay isimlerinin de tek tek açıklaması bulunuyor. Çevirmenin kitapla ilgili yazısından dikkatimi çeken iki paragraf şöyle:
“Erasmus'un Deliliğe Övgü'sü gerçekten de baştan sona retoriksel bir söz oyunudur. Dönemin Avrupa'sındaki siyasal, toplumsal ve dinsel çarpıklıklara sanatsal bir başkaldırıdır. Teknik anlamda bakıldığında, klasik retoriğin encomium (övgü) türündeki söylevleri arasına girmektedir, ama şu var ki, klasik retoriğin genel kuralları gereği, genellikle cenaze söylevleri, tarihi kişiliklerin başarılarının övülmesi ya da spor müsabakalarında yengi kazanan atletlere hitaben yapılan övgüler encomium türü söylevlerdir. Erasmus'un Lucianus tarzında kaleme aldığı encomiumu ise alaycı bir övgüdür, dolayısıyla hem klasik retoriğin hem de ortaçağ okullarında öğretilen retoriğin basmakalıp kurallarının dışına çıkan, Rönesans dönemine ait özel bir yazım tekniği içerir. Bu açıdan Rönesans yergi türünün ilk ve en iyi örneğidir. (Çiğdem Dürüşken, “Erasmus ve Deliliğe Övgü Üzerine”, s. 19)
“Eserine başkarakter olarak Stultitia'yı (Delilik) seçti, yan karakterler olarak da toplumdaki bütün aymazlıkları kişileştirdi ve onları Deliliğin maiyetine verdi. Böylece Stultitia ve sadık hizmetkarları, yani Kendini Beğenmişlik, Dalkavukluk, Unutkanlık, Tembellik, Haz, Kaçıklık, Şehvet, Taşkınlık ve Derin Uyku ile birlikte eser boyunca bir yandan toplumun ve insanın bütün kusurlarını ince bir alayla yererken, bir yandan da doğruluğun, erdemin ve onurun asıl anlamlarını zihinlere zerk etmeye başladı.” (Çiğdem Dürüşken, “Erasmus ve Deliliğe Övgü Üzerine”, s. 20)
DESİDERİUS ERASMUS - DELİLİĞE ÖVGÜ
Azerbaycan edebiyatından Seyid Azim Şirvani’nin kısa bir şiiri vardır. Şiirin adı “Molla ve Çobanın Hikâyesi.” Özeti şöyle: Bir gün bir molla bir çobana rastlar. Konuşmaları sırasında çoban der ki, “Molla bir deli şeytan diyor ki, al sürüden iki koyunu ver mollaya.” Molla hemen atılır ve şeytan dinde kötü olsa da arada sırada doğru söylediği üzerine nutuk çekmeye başlar. Bu sefer de çoban der ki, “Bir deli şeytan da diyor ki al şu değneği geçir mollanın kafasına.” Bu sefer de molla şeytanın nasıl da çirkin ve kötü yaratık olduğunu söyleyerek çobana kendisine vurmaması için yalvarır.
Erasmus da “delilik” derken işte bazen işimize geldiğinde deli olmayı, gelmediğinde de başkalarını delilikle suçladığımız “delilik”i alıp, onun her yönüyle hayatımıza nasıl yön verdiğini anlatıyor. Bir kadının bir erkeğe kendisini beğendirmek için nasıl deliliklere katlandığını, erkeklerin de kadınlardan istediklerini almak için ne sululuklar, delilikler yaptığına değinir. Sonuçta evliliğin kendisinin bir delilik, kadınların çocuk doğurmak için katlandıkları bunca eziyete delilik diyor.
Erasmus, kitaba Thomas More’a seslenerek başlar ve bu kitabı ona ithaf etiğini söyler. Zaten kitabın ismindeki “delilik” kelimesi More’un soy isminin Yunanca’sıdır. Burada da arkadaşına şaka yollu bir gönderme yapıyor.
Erasmus ilk satırlardan bu kitapta yaptığı eleştirileri kimsenin ciddiye alıp kendisine yönelik saldırılarda bulunmamasını ister. Çünkü yaptığı eleştiriler belli başlı kişilere değildir. Bunu şöyle anlatır:
“Ayrıca benim bu eleştirimden her tür insan nasibini aldığına göre, öfkemin tek bir insana değil, insanlığın bütün kusurlarına yönelik olduğu anlaşılır. O halde biri çıkar da kendisinin incitildiğini haykırırsa, bilin ki ya vicdanıyla ya da korkusuyla yüzleşmiştir.” (s. 34)
More’a yazdığı sözlerden sonra Erasmus sözü “Delilik”e verir ve bundan sonra anlatma işini o üstlenir. Kitabın sonuna kadar da anlatıcı/delilik bir dizi konuda övgü/yergisini dile getirir, yaşadığı çağda gördüğü çarpıklıkları eleştirir.
“DELİLİK KONUŞUYOR
Âlem benim hakkımda ne derse desin, en deliler arasında bile DELİLİĞİN kötü bir ünü olduğunu bilmez değilim, buna rağmen iddia ediyorum, ilahi gücüyle hem Tanrıları hem de insanları neşelendiren tek varlık benim, sadece ben. Bunun en büyük kanıtı, bir konuşma yapmak için şu insan kaynayan kalabalığa adımımı attığım anda, aniden herkesin yüzünün tuhaf ve alışılmadık bir sevinçle ışıldaması, çatık kaşların birdenbire çözülmesi ve neşeli, içten kahkahalarla alkışlanmam.” (s. 37)
İşte Delilik’in konuşması böyle başlar. Delilik işe ilk önce hatipleri ve hazırladıkları konuşmaları eleştirerek başlar ve şöyle devam eder:
“Çünkü bu durumda günümüz hatiplerini taklit etmemde bir sakınca yoktur sanırım; yani şu sülükler gibi çatal dillerini gösterebilirlerse kendilerinin Tanrı olduğuna inananları ve Latince söylevlerinin arasına mozaik gibi yerli yersiz birkaç Yunanca kelime döşeyip muhteşem bir iş çıkardıklarını sananları. Dahası, yabancı kelimeler bulamazlarsa, küflü elyazmalarının arasından köhneleşmiş dört beş terim çıkarıp okuyucunun kafasını öyle bulandırır ki bu adamlar; hiç kuşkusuz anlayanlar kendileriyle gururlandıkça gururlansın, anlamayanlar da anlamadıkları şeye kat kat hayranlık duysun diye böyle yaparlar.” (s. 44)
“Evet, artık adımı biliyorsunuz; ey dostlar, peki ben size nasıl hitap edeceğim? En deliler diyeceğim tabii, başka ne?” (s. 44) diyen Delilik, daha sonra kendisinin anlatmaya başlar. Nerde doğdu, kimdir, kiminle yoldaştır ve sair. Delilik doğduktan sonra kendisini vücuda getiren şeyleri, kendisine meme veren kişileri sıralar. Kısacası deliliği delilik yapan ya da bunları yaparsa insana deli denilen nitelikler ve kavramlar.
“Kronos’un yüce oğlunu bir dişi keçi emzirdi diye inan hiç kıskanmıyorum, çünkü bana harikulade iki su perisi meme verdi; biri Bacchus’un kızı Sarhoşluk, diğeri Pan’ın kızı Cehalet; işte bakın ikisi de burada, şu diğer yoldaşlarımın ve yandaşlarımın arasında. Ama Hercules aşkına, hepsinin adını öğrenmek isterseniz, benden sırf Yunancalarını işiteceksiniz. İşte şurada gördüğünüz, çatık kaşlı olanı Kendini Beğenmişlik. Bakın şuradaki, adeta gözlerinin içi gülen ve ellerini çırpıp duranın adı Dalkavukluk. Şu gözleri kapanan, uyudu uyuyacak olana Unutkanlık denir; şu dirseklerine yaslanmış uzanan, ellerini de birbirine kavuşturmuş olanın adı ise Tembellik; şu başında gülden tacıyla her yanı esanslara bulanmış olanınki Haz; şu vahşice bakıp gözlerini fırıl fırıl döndüren Kaçıklık; şu pırıl pırıl tenli, etine dolgun vücutlusunun adı ise Şehvet. Bakın işte tanrıları da görüyorsunuz, kızların arasına karışmışlar; birisine Taşkınlık deniyor, diğerine Derin Uyku. İşte, bu vefakâr maiyetimin hizmetleri sayesinde bütün dünyayı egemenliğim altında tutuyorum, hatta imparatorlara bile hükmediyorum. (s. 48 - 49)
Az önce kendini imparatorluklara hükmediyor olarak tanıtan delilik devamında kendini tanrıça ilan eder, daha da ileri giderek tanrıların başı olan bir tanrıça.
“Nihayet soyumu sopumu, yetişme biçimimi ve yoldaşlarımı öğrendiniz. Şimdi Tanrıça adını sebepsiz yere aldığımı düşünmemeniz için hem Tanrılara hem de insanlara ne çok faydam dokunduğunu, tanrısal gücümün nerelere kadar yayıldığını, kulağınızı bana verirseniz, size anlatacağım.” (s. 49)
Bir insan ancak kendini deliliğe vurursa bunları söyleyebilir ya da yazabilir. İşte delilik okura açık açık soruyor. Bu cümleleri okuyan okurun yüzünde bir tebessüm meydana gelmemesi mümkün değil. Aslında deliliğin üzerinde durduğu ve sorduğu soru çok akıllıca. Ya da çok doğru bir konu ama bir akıllı bunu ulu orta konuşmaz. Ancak delilik yapabilir ve şöyle der:
“Ama niçin sizinle her zamanki tavrımla, yani açık açık konuşmuyorum? Soruyorum, tanrıları ve insanları doğuranın hangi saygıdeğer organ olduğunu düşünüyorsunuz, acaba baş mı, yoksa yüz mü, yürek mi, el mi, kulak mı? Hayır, hiçbiri değil, insan soyunu dünyaya getiren öyle şapşal, öyle gülünç bir organ ki, gülmeden adını bile söyleyemeyiz. Bu organ şu bildiğimiz kutsal pınardır işte, her şey yaşamını bu pınardan çeker alır, yoksa öyle Pythagoras dörtlüsünden falan değil.” (s. 51)
Delilik özetle her şeyi bana borçlusunu diyor ve örnekler veriyor.
“Haydi, şimdi söyleyin lütfen, bilgelerin hep yaptığı gibi evlilik yaşamının sakıncaları üzerine önceden oturup kafa yormuş olsaydı, hangi adam ağzına evlilik gemini vurmak isterdi? Ya da hangi kadın kendini bir kocanın kollarına atabilirdi, çocuk doğurmanın ölümcül tehlikelerini, bir çocuk yetiştirmenin sıkıntısını bilseydi ya da bunları düşünmüş olsaydı? Ayrıca yaşamınızı evliliklere borçlu olsanız bile, bu evlilik denen şeyi yine benim yandaşım Kaçıklığa borçlusunuz, anlayın işte bana neler borçlusunuz. Dahası, bir kadın bunun ne menem bir şey olduğunu gördükten sonra ikinci kere denemeye kalkar mıydı, Unutkanlık bütün gücüyle işe karışmamış olsaydı?” (s. 52)
Delilik bu sefer bir bilge gibi konuşur:
“Yaşam nedir ki, yaşam dediğinize değer bir şey kalır mı ortada, zevki çıkardığınız anda? İşte alkışlıyorsunuz. Çünkü biliyorum ki, hiçbiriniz bu sözüme karşı çıkacak kadar bilge ya da daha çok deli -affedin, çok fazla bilge demek istiyordum- değilsiniz. Şu Stoacılar bile zevki hor görmez, ama canla başla çalışıp hor görüyormuş gibi yaparlar ve binlerce hakaret yağdırıp onu halkın gözünde paçavraya çevirirler; dertleri, başkalarına gözdağı vererek zevkten sadece kendilerinin yararlanmasını sağlamak. Ama Iuppiter aşkına, bana şunu söylesinler, zevk olmadan, yani delilik baharatını katmadan bir ömrü üzüntüsüz, neşeli, latif, leziz, kasvetsiz geçirmek mümkün mü?” (s. 53)
“Haydi, söyleyin bakalım, dostların kusurlarını görmezlikten gelmek, geçiştirmek, göz yummak, olduğundan farklı görmek, apaçık kusurları erdemmiş gibi sevip saymak, bunlara hayranlık beslemek delilikle akraba olmak değil de nedir? Birinin sevgilisindeki bene öpücükler kondurması, diğerinin Kuzucuğunun burnundaki yumruyu sevip okşaması, bir babanın oğlunun şaşı gözündeki ışığı anlata anlata bitirememesi, rica ederim söyleyin, bunlar saf delilik değil de nedir? Defalarca haykırabilirsiniz deliliktir diye; ama işte bir tek bu delilik dostları birbirine bağlar ve bu bağı sonsuza değin korur.” (s. 69)
“Toplumlar yaratır bu delilik, bu delilik imparatorluklar kurar, yüksek memurluklar, dinler, meclisler, mahkemeler; işin aslı insanın bütün hayatı delilik oyunundan başka bir şey değildir.” (s. 80)
Kısacası ona göre her şeyin kaynağı deliliktir. Haz ve zevk için yapılan şeyler de delilik. Zaten deliliğin verdiği haz olmazsa insanlar hiç bir şey yapmazdı.
“İnsan yaşamının ne çok felakete gebe olduğunu görür bir anda, dünyaya gelmenin ne denli sefil, ne denli iğrenç olduğunu, büyüyüp gelişmenin ne denli emek istediğini, çocukluk çağının ne çok tehlikeye açık olduğunu, gençliğin ne çok sıkıntıya maruz kaldığım, yaşlılığın ne ağır bir yük, ölümün ne denli sarsılmaz bir zorunluluk olduğunu, ne çok hastalığın yanı başımızda saf tuttuğunu, ne çok belanın pusuya yattığını, ne çok sıkıntının saldırıya hazır beklediğini, ne kadar az şeyin safraya bulanmamış olduğunu görür, insandan insana bulaşan kötülükleri anımsatmama bile gerek yok, fakirlik gibi, mahpusluk, şerefsizlik, utanç, işkence, haksızlık, ihanet, hakaret, ihtilaf, sahtekârlık gibi. Ama bu yaptığım, kum tanelerini saymaya çalışmaktan farksız.” (s. 87)
İnsanın yaşamındaki bütün bu sıkıntı ve zorlukları sayan Delilik, yaşamın çekilebilir olmasının tek sebebinin de kendisi olduğunu söylüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Ona yardım edenler de var.
“Ama ben kâh cehalet, kâh kaygısızlık sayesinde kimi zaman kötülükleri unutturarak, kimi zaman iyilikleri umut ettirerek, kimi zaman bir tutam bal tatlısı zevk serperek bunca derdin üstesinden öyle bir gelirim ki, insanlar bu yaşamı hiç bırakmak istemezler. (s. 88)
“Ayrıca benim delilerimin hiç de küçümsenmeyecek bir özelliğini burada söylememe izin verin; samimi ve hakikati söyleyen tek insandır kendileri. Hakikat dışında övgüye değer bir şey olabilir mi? … Delinin yüreğinde ne varsa, yüzüne de yansıtır, sözüne de. Oysa, yine Euripides’in bize anımsattığı gibi, bilgelerin iki dili vardır, biriyle hakikati söylerler, diğeriyle durum neyi gerektiriyorsa onu. Siyahı beyaza çevirmek bilgelerin işidir, tek bir solukta hem sıcak hem soğuk üflemek de, yüreğinde başka şey saklarken sözüne başka şey yansıtmak da.” (s. 99)
BİLGE VE DELİYİ KARŞILAŞTIRIYOR
“Bu sözler bir bilgenin dilinden dökülmüş olsa, kesinlikle ipe götürülürdü. Ama deli söyledi mi, inanılmaz derecede keyif verir. Çünkü hakikati söylemenin kendine özgü bir zevki vardır, gücendirmemeyi beceriyorsa tabii. İşte bu meziyeti Tanrılar sadece benim delilerime bağışlamıştır.” (s. 100)
“Gelin şimdi bir bilgenin kaderini, bu türden bir delinin kaderiyle karşılaştıralım. Bir bilgelik numunesi hayal edin ve delinin karşısına koyun, bütün çocukluğunu ve gençliğini bilim dallarını öğrenmekle harcamış, ömrünün en güzel yıllarını gece gündüz uyumadan, endişelerle, kan ter içinde geçirmiş, ömrünün kalanında da zevk şarabından tek yudum almamış, her zaman tutumlu, yoksul, gamlı, somurtkan, benliğine karşı adaletsiz ve zalim, başkalarına karşı aksi ve sevimsiz, soluk benizli, sıska, hastalıklı, yarı kör, yaşlılıktan bitkin, vaktinden önce saçları ağarmış, vaktinden önce öte dünyanın yolunu tutan bir bilgeyi. Böyle bir adam zaten hiç yaşamadığına göre, ölse ne yazar? İşte sizlere mükemmel bir bilge tasviri.” (s. 100 - 101)
Kitapta önemli bir bölüm Erasmus’un Hıristiyanlık, din adı altında yapılan işler, din adamlarının yaptıklarını eleştirmeye ve yermeye ayırmıştır. Hıristiyanlığı ve azizlere atfedilen güçleri eleştiriyor. Rahipleri, papaları, kardinalleri eleştirmekten de geri durmuyor. Bu din adamlarının İsa’dan ve Tanrı’dan çok kendi çıkarları için çalıştıklarını ve dini kendi amaçlarına ulaşmak için kullandıklarını söyler. Zaten en başta yazdıklarından dolayı belirli bir kesimin, tabii ki din adamlarını kastediyor, bu sözlerden alınacağını da bildiği için buna değinmiştir. Ayrıca dile getirdiği eleştiriler ve kullandığı laflar da ağırdır.
“Tek tek her yörenin kendisine ait bir azizi olduğunu iddia etmesi de farklı bir delilik biçimi olmasa gerek; her bir azize tek tek güçler bahşedilmiştir, her birinin kendisine özgü tapım biçimleri vardır; birisi diş ağrısına deva olur, diğeri çocuk doğururken kadınların sağ tarafında durur, bir başkası çalınan eşyanın bulunmasına yardım eder; birisi gemi kazalarında kurtarıcı olarak belirir, diğeri sürüleri kollar ve bu böyle sürer gider. Belli ki hepsini tek tek saymak uzun sürecek. Ama tek başlarına birden fazla konuda yardıma koşanları da atlamayalım, özellikle Tanrımızın Anası Bakire’yi; çünkü cahil halk neredeyse oğlundan fazla güç atfeder ona.” (s. 111)
“İşte Hıristiyanların günlük yaşamı dünyanın ne tarafına gitseniz bu tür kaçıklıklarla kaynar; ama bundan elde edecekleri kazancın farkında olan Rahipler hiç vicdan azabı çekmeden bütün bunları hoş görür ve destekler.” (s. 113)
Din adamlarından sonra gramercileri, gramer öğretmenlerini ve hatipleri yeriyor. Devamında mantıkçıları ve sofistleri, bunların ardından filozofları eleştirir.
“Filozofların ardından ilahiyatçılar gelir, ama onlar hakkında sessizliğimi koruyup Camarina çamuruna çomak sokmasam ve o nahoş bitkiye hiç dokunmasam belki hakkımda daha hayırlı olur, çünkü bunlar son derece kibirli ve alıngan insanlardır, sonra sözlerimden bin türlü sonuç çıkartıp alayı üzerime saldırır ve söylediklerimi yutmam gerekir, yutmayacak olsam anında beni sapkın ilan ederler. Çünkü pek hazzetmedikleri birini buldular mı hep böyle yıldırımlar yağdırıp derhal sindirmeye çalışırlar.” (s. 140 - 141)
Hıristiyan din görevlilerini anlatırken dozu biraz daha artırıyor ve daha ağır laflarla onları eleştiriyor. Hiç İncil ya da temel eserleri okumadan kendilerini her şey bilir zannetmekle ve insanlara vaaz vermekle suçlar.
“İçlerinde bazıları vardır ki, sefaletleriyle, yoksulluklarıyla kurum kurum kurulurlar, ama bu arada kapı eşiklerinde böğüre böğüre ekmek dilenirler, diğer bütün dilencilerin kazancıyla oynayıp her hana, her taşıta, her gemiye musallat olurlar. Yine de şirin dostlarımızmış gibi geçinip bütün bu iğrençlikleriyle, cahillikleriyle, hödüklükleriyle ve utanmazlıklarıyla bize havarilerin yaşam tarzını sunduklarını iddia ederler.” (s. 156)
Sonra krallar ve avanelerine geçiyor. Avanelerle ilgili şöyle konuşur.
“Peki ya o saray avanelerine ne demeliyim? Çoğu sadece yaltakçı, köle tabiatlı, ahmak ve değersiz yaratık olduğu halde her şeyin en ön sırasında yer almaya bayılır. Buna rağmen bir tek konuda gösterişten uzaktırlar; altınlarını, mücevherlerini, mor giysilerini ve bunlar gibi bütün erdem ve bilgelik simgelerini bedenlerine takıp takıştırmaktan büyük zevk alırlar, ama bu simgelerin anlamı için uğraşıp didinmeyi başkalarına bırakırlar. Krala, efendimiz diye hitap edebildikleri, onu üç beş kelimeyle nasıl selamlayabileceklerini öğrenebildikleri, yüce ekselansları, lordumuz ve majesteleri gibi nezaket ifadelerini yerli yerinde kullanmayı bilebildikleri için, kendilerini dünyanın en şanslı insanları sayarlar. Utanç duygularından mükemmel derecede soyundukları için güle oynaya yaltaklanabilirler.” (s. 171)
Eramus kitapta yaşadığı ortamdaki toplumsal, siyasal ve dinsel çarpıklıklara mizahi dille bir eleştiri getiriyor. Bir taraftan övgü dediği şeyler aslında eleştiridir, diğer taraftan ise eleştiri ya da yergi şeklinde verdiği şeyler ise gerçekten övdüğü şeylerdir. Kitaba mizahi ve biraz da alaycı bir dille başlayan Erasmus, kitabın sonunda ise ciddi bir dille birkaç sayfa da olsa birkaç konuya değinerek, öğüt verir.
Desiderius Erasmus
Deliliğe Övgü
Özgün adı: Stultitiae Laus
Latinceden çeviren: Çiğdem Dürüşken
2. Basım
Kabala Yayınevi
İstanbul
2010
222 sayfa.
Tarzını çok beğendim, çok açıksözlü yazmış. Bir ara alayım bu kitabı :)
Tavsiye ederim, iyi okumalar.