Platon - Devlet (Kitap özeti)
Platon’un Devlet adlı eseri on bölümden oluşuyor. Platon ayrıca burada okura anlatmak istediklerini Sokrates ile diyaloglar şeklinde yazmıştır. Eserin tartıştığı felsefi ve siyasi konularla ilgili zaten başlığı bir ipucu veriyor. Platon burada ütopya bir devlet kurguluyor.
Kitabın “Önsöz”ünde çevirmenler, Platon ve Sokrates ile ilgili bilgi veriyor ve özellikle Sokrates’in nasıl öldüğünü hatırlatıyor. İşte zaten Platon da kurguladığı bu ütopya dünyayı bir anlamda Sokrates için yapıyor.
“Platon bütün ömrünü Sokrates’i öldürmeyecek, tersine onu ve onun gibileri baş tacı edecek bir toplumun, bir devletin nasıl kurulabileceğini düşünmekle geçirmiştir. … Ne Yunanistan’da, ne de belki hiçbir yerde gerçekleşmeyeceğini anladığı en iyi devleti Sokrates’le birlikte bir kitapta kuruyor.” (s. xviii, Sabahattin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz)
“Devlet'te Platon insanlara bütün duygu ve düşüncelerinin, bütün sevgi ve öfkelerinin, şüphe ve hayallerinin özetini veriyor. En iyi devletin bir ütopya olduğunu biliyor elbet, biliyor ama, kurulsun kurulmasın, herkesin böyle bir devlete, yani en doğruya yönelmekle adam olacağına inanıyor. Herkes böyle bir devleti var sayıp onun kanunlarına göre yaşasın, diyor. (s. xix, Sabahattin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz)
Kitap Sokrates’in bir grup arkadaşı ile sohbet etmesi ile başlıyor. Kısa sürede bu sohbet bazı konu ve görüşleri tartışmaya, irdelemeye dönüşüyor. Zaten bu konuşmalar daha sonra bu grubun ütopya bir devlet kurmasına kadar devam edecektir.
“Devlet'te Platon insanlara bütün duygu ve düşüncelerinin, bütün sevgi ve öfkelerinin, şüphe ve hayallerinin özetini veriyor. En iyi devletin bir ütopya olduğunu biliyor elbet, biliyor ama, kurulsun kurulmasın, herkesin böyle bir devlete, yani en doğruya yönelmekle adam olacağına inanıyor. Herkes böyle bir devleti var sayıp onun kanunlarına göre yaşasın, diyor. (s. xix, Sabahattin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz)
PLATON - DEVLET
Devlet’in birinci bölümü “Birinci Kitap” başlığını taşıyor. Bölümlerin başlıkları “Onuncu Kitap”a kadar bu şekilde devam ediyor.Kitap Sokrates’in bir grup arkadaşı ile sohbet etmesi ile başlıyor. Kısa sürede bu sohbet bazı konu ve görüşleri tartışmaya, irdelemeye dönüşüyor. Zaten bu konuşmalar daha sonra bu grubun ütopya bir devlet kurmasına kadar devam edecektir.
Benzer kitap: Thomas More - Utopia (Mina Urgan’ın İncelemesiyle)
“İstekler, hırslar gevşeyince insan rahatlar.” (s. 3) bunu insanın ihtiyarlaması ve bazı isteklerinden -mesele kadınlara yönelik arzuları- kurtulması ile ilgili söylüyor Sokrates.
En baştan Sokrates her şeyi sorgulamaya başlıyor. Kavramlar üzerinde duruyor, onları sorguluyor. Kephalos ile Sokrates arasında geçen ve doğruluk ve gerçeğin ne olduğunu sorgulayan diyalogdan bir misal:
“Örneğin aklı başında bir arkadaştan silahını alsak, bu arkadaş çıldırsa, emanetini de geri istese, vermek doğru mudur? Geri verene doğru adam denebilir mi? Bir çılgına, gerçeği olduğu gibi söyleyene de doğru adam denemez...
- Haklısın, dedi.
- Demek oluyor ki, doğruluk, gerçeği söylemek, aldığını vermek diye anlatılamaz.” (s. 6)
Asıl tartışma doğru insanın ve doğruluğun ne olduğu ile ilgili görüşlerin ileri atışması ile başlıyor. Sokrates’in muhatapları ilk başta Sokrates’in tamamen tersini düşündüğü görüşleri ileri sürerler. Sokrates de bunları kabul ediyormuş gibi görünür. Sokrates’in konuştuğu kişilerden biri en temel olarak şunu iddia ediyor: Doğru olmayan, eğri olan kişinin yaptığı yanlışlar yanına kâr kalır ve o mutlu olur. Doğru olan kişi ise hep zarardadır, hep mutsuz olur.
Bu kadar olayları irdelemeden kafası karışan Polemarkhos, bildiği tek şeye geri dönüyor ve onu yine tekrar ediyor. Yani “doğru insan mutsuz, eğri insan ise mutlu olur” sözünde yine ısrar ediyor ve bu sefer Sokrates bunun farklı bir yönden sorgulamaya başlıyor ki konuştuğu kişinin bir daha kafasının karışması çok uzun sürmeyecek.
“Bir bildiğim varsa, o da doğruluğun dosta yararlı, düşmana zararlı olduğudur.
- Peki, sen kime dost dersin? Sana iyi adam görünenlere mi, yoksa görünmeseler de gerçekten iyi olanlara mı? Gene bunun gibi, kime düşman dersin?
- İnsan, iyi tanıdığı adamları sever kötü sandıklarını sevmez.
- Ama birçoklarını, iyi olmadıkları halde iyi sanmakla, ya da tersine, iyi oldukları halde kötü bilmekle yanılmış olmuyor muyuz?
- Oluyoruz.
- Böylece iyiyi düşman, kötüyü de dost sanıyoruz!
- Evet.
- İş tersine döndü. Demek şimdi, doğruluk, kötüye iyilik, iyiye kötülük etmek oluyor?
- Öyle anlaşılıyor. (s. 11)
Birinci bölümde belirli bir yerden sonra okur da eğer dikkatini iyice vermezse Sokrates’in kavramları ve olayları irdeleme ve çürütme yöntemi karşısında kafası karışabilir. Daha doğrusu söylenen her söze, her ifadeye öyle farklı açılardan yaklaşıyor ki, onun çürütmeyeceği, en azından bir ya da birden fazla yönden yanlış bulmayacağı ifade, çıkarım olamaz. Dönemin gençlerinin de kafası okur gibi giderek daha da karışmışsa, Sokrates’i bu söyledikleri sonucu öldürmelerine şaşmamak lazım.
“Biri çıkar da, eğrilerin bir araya gelip iş gördükleri de olur derse, gene de tam doğru bir şey söylemiş olmaz; çünkü, onlar büsbütün eğri olsalardı, birbirlerini gözetmezlerdi. Düşmanlarına kötülük ederken, birbirlerine de kötülük ederlerdi. Bunu önleyen, onları ortak amaçlarına ulaştıran bir şey var demek. İşte o doğruluktur. Eğri işlere girişenler, kendilerini yarı kaptırmışlardır eğriliğe. Büsbütün kötü, eğri olan insanlar, iş görme gücünden yoksundurlar. Demek eğriler, ancak, doğrulukla iş görebiliyorlar, bunu şimdi anlıyorum.” (s. 37)
“İstekler, hırslar gevşeyince insan rahatlar.” (s. 3) bunu insanın ihtiyarlaması ve bazı isteklerinden -mesele kadınlara yönelik arzuları- kurtulması ile ilgili söylüyor Sokrates.
En baştan Sokrates her şeyi sorgulamaya başlıyor. Kavramlar üzerinde duruyor, onları sorguluyor. Kephalos ile Sokrates arasında geçen ve doğruluk ve gerçeğin ne olduğunu sorgulayan diyalogdan bir misal:
“Örneğin aklı başında bir arkadaştan silahını alsak, bu arkadaş çıldırsa, emanetini de geri istese, vermek doğru mudur? Geri verene doğru adam denebilir mi? Bir çılgına, gerçeği olduğu gibi söyleyene de doğru adam denemez...
- Haklısın, dedi.
- Demek oluyor ki, doğruluk, gerçeği söylemek, aldığını vermek diye anlatılamaz.” (s. 6)
Asıl tartışma doğru insanın ve doğruluğun ne olduğu ile ilgili görüşlerin ileri atışması ile başlıyor. Sokrates’in muhatapları ilk başta Sokrates’in tamamen tersini düşündüğü görüşleri ileri sürerler. Sokrates de bunları kabul ediyormuş gibi görünür. Sokrates’in konuştuğu kişilerden biri en temel olarak şunu iddia ediyor: Doğru olmayan, eğri olan kişinin yaptığı yanlışlar yanına kâr kalır ve o mutlu olur. Doğru olan kişi ise hep zarardadır, hep mutsuz olur.
“- Peki, bir orduyu korumasını en iyi kim bilir? Düşmanın niyetlerini gizlice öğrenmesini, sırlarını çalmasını bilen değil mi?
- Elbette.
- Demek, bir şeyin en iyi koruyucusu, en iyi bekçisi, o şeyin en usta hırsızıdır da.
- Evet.
- Öyleyse, doğru adam, paraya bekçilik etmesini bildi mi, çalmasını da bilir.
- Ne diyeyim, söylediklerimizden bu çıkıyor
- Yani doğru adamın bir hırsız olduğu sonucuna varıyoruz.” (s. 10)
Bu kadar olayları irdelemeden kafası karışan Polemarkhos, bildiği tek şeye geri dönüyor ve onu yine tekrar ediyor. Yani “doğru insan mutsuz, eğri insan ise mutlu olur” sözünde yine ısrar ediyor ve bu sefer Sokrates bunun farklı bir yönden sorgulamaya başlıyor ki konuştuğu kişinin bir daha kafasının karışması çok uzun sürmeyecek.
“Bir bildiğim varsa, o da doğruluğun dosta yararlı, düşmana zararlı olduğudur.
- Peki, sen kime dost dersin? Sana iyi adam görünenlere mi, yoksa görünmeseler de gerçekten iyi olanlara mı? Gene bunun gibi, kime düşman dersin?
- İnsan, iyi tanıdığı adamları sever kötü sandıklarını sevmez.
- Ama birçoklarını, iyi olmadıkları halde iyi sanmakla, ya da tersine, iyi oldukları halde kötü bilmekle yanılmış olmuyor muyuz?
- Oluyoruz.
- Böylece iyiyi düşman, kötüyü de dost sanıyoruz!
- Evet.
- İş tersine döndü. Demek şimdi, doğruluk, kötüye iyilik, iyiye kötülük etmek oluyor?
- Öyle anlaşılıyor. (s. 11)
Birinci bölümde belirli bir yerden sonra okur da eğer dikkatini iyice vermezse Sokrates’in kavramları ve olayları irdeleme ve çürütme yöntemi karşısında kafası karışabilir. Daha doğrusu söylenen her söze, her ifadeye öyle farklı açılardan yaklaşıyor ki, onun çürütmeyeceği, en azından bir ya da birden fazla yönden yanlış bulmayacağı ifade, çıkarım olamaz. Dönemin gençlerinin de kafası okur gibi giderek daha da karışmışsa, Sokrates’i bu söyledikleri sonucu öldürmelerine şaşmamak lazım.
“Biri çıkar da, eğrilerin bir araya gelip iş gördükleri de olur derse, gene de tam doğru bir şey söylemiş olmaz; çünkü, onlar büsbütün eğri olsalardı, birbirlerini gözetmezlerdi. Düşmanlarına kötülük ederken, birbirlerine de kötülük ederlerdi. Bunu önleyen, onları ortak amaçlarına ulaştıran bir şey var demek. İşte o doğruluktur. Eğri işlere girişenler, kendilerini yarı kaptırmışlardır eğriliğe. Büsbütün kötü, eğri olan insanlar, iş görme gücünden yoksundurlar. Demek eğriler, ancak, doğrulukla iş görebiliyorlar, bunu şimdi anlıyorum.” (s. 37)
Benzer bir ütopya: Tommaso Campanella - Güneş Ülkesi (Felsefi Devlet Modeli)
Gaukon eğriliği Sokrates’e şöyle tasvir ediyor, daha doğrusu eğrilikte usta olan birini. Bu işin ustalığı eğri olacak ama herkese en doğru olarak görünecek. Yanlış yapacak ama herkese en doğruyu yaptı gibi görünmesini bilecek. Yanlışı ya da yaptığı haksızlık ortaya çıktığında zor kullanmasını da bilecek ve şöyle anlatıyor bunları:
“Eğrinin ustasına, tam eğrilik gerekir. O, en büyük haksızlıktan yaparken, en büyük doğruluğun verdiği üne bürünebilmek; bir yanlış yaparsa, gücü yetmeli düzeltmeye. İşlediği haksızlıklardan biri sızarsa dışarı, duyanları kandıracak kadar güzel söz söylemesini bilmeli; zor kullanmak gerekirse, yüreğine, gücüne, edindiği dostlara ve paraya güvenerek kullanabilmeli zoru.” (s. 45)
Sokrates de neyin doğru ve iyi, neyin de eğri ve kötü olduğunu anlamak ve iyice irdelemek için bir öneride bulunur. Doğruluk, iyi ve eğri ile kötünün ne olduğunu anlamak için bu sefer bir hayali bir toplum kurmaya başlıyorlar. Bu hayali toplum diyaloglar ilerledikçe ütopya bir devlete dönüşecektir.
Bu devletin halkı nasıl eğitilir, yöneticiler nasıl seçilir, askerler ve korucular ne eğitimi alır ve hangi aşamalardan sonra yönetici yapılır. Bu kişileri hangi özelliklerine ve meziyetlerine göre seçmeleri gerekiyor. Bütün bunlar ütopya devleti kurma aşamasında Sokrates ile diyaloglar şeklinde kurgulanıyor.
Diyaloglar sırasında Sokrates, Homeros ve diğer şairlerin tanrılar ile ilgili söylediklerine sınırlama getirilmesini istiyor. Mesela, Hades’in diyarı ile ilgili korkutucu sözlerin savaşçıların kalplerine korku salacağı ve istedikleri gibi cesurca savaşıp ölmek istemeyeceklerinden korkuyorlar. Bundan dolayı Hades’in diyarı ile ilgili korkunç şeylerin anlatılmamasını istiyor.
Ayrıca tanrılarla ilgili bazı şiirleri özellikle de Homer’in destanlarındakini uygun bulmuyor ve bunun gençlere ve çocuklara anlatılmamasını istiyor.
“Hele söylemeli de şairlere, Tanrıları hiç şöyle konuşturmasınlar: “Ah başıma gelenler, ben ne bahtsız bir yiğit anasıymışım...” Haydi kimi Tanrılar vahlansın diyelim. Ama Tanrıların en büyüğü Zeus’a, şunları nasıl söyletebilir insan: “Eyvahlar olsun! Sevdiğim insanı şehrin surları boyunca böyle kovalanır mı görecektim? Yüreğim parçalanıyor.” (s. 77 - 78)
Homer’i çok eleştiriyor:
“- Peki, Akhilleus’un Agamemnon’a dediği şu söze ne dersin: “Seni köpek gözlü, ceylan yürekli, şarap tulumu!” Şiirde olsun, nesirde olsun bir adamın kendinden üstün olana bu çeşit sözler söylemesi doğru olur mu?
- Olmaz.
- Bence bunlar, gençlere akıllı uslu olmayı öğretecek sözler değildir. Başka bakımlardan hoşa gidebilir, o ayrı...” (s. 79)
Konuşmaya başlarken bir toplum kuruyorlar, çünkü doğru ve eğri insanı bulmaya çalışacaklardır. Doğruluğun insanı nereye götürdüğü, eğriliğin de ne kazandırdığı ya da kaybettirdiğini irdeleyeceklerdi. Ayrıca bunlardan hangisi mutluluğu getiriyor diye bakacaklardı. Bunun için de küçük bir toplum kurarak işe başladılar. Hayali bir toplum, ama şimdi gelinen noktada artık kurdukları şeye toplum değil, devlet demeye başladılar. O zamanın şartlarında bir şehir devleti de diyebiliriz. Ama en iyisini kurgulamaya çalışıyorlar. Onun için de burada nelere izin verilip verilmeyeceğine kadar tartışmaya başladılar.
“Devletimizde tragedya ve komedyaya yer verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Sözü buna getirmek istiyorum.” (s. 85)
Gaukon eğriliği Sokrates’e şöyle tasvir ediyor, daha doğrusu eğrilikte usta olan birini. Bu işin ustalığı eğri olacak ama herkese en doğru olarak görünecek. Yanlış yapacak ama herkese en doğruyu yaptı gibi görünmesini bilecek. Yanlışı ya da yaptığı haksızlık ortaya çıktığında zor kullanmasını da bilecek ve şöyle anlatıyor bunları:
“Eğrinin ustasına, tam eğrilik gerekir. O, en büyük haksızlıktan yaparken, en büyük doğruluğun verdiği üne bürünebilmek; bir yanlış yaparsa, gücü yetmeli düzeltmeye. İşlediği haksızlıklardan biri sızarsa dışarı, duyanları kandıracak kadar güzel söz söylemesini bilmeli; zor kullanmak gerekirse, yüreğine, gücüne, edindiği dostlara ve paraya güvenerek kullanabilmeli zoru.” (s. 45)
Sokrates de neyin doğru ve iyi, neyin de eğri ve kötü olduğunu anlamak ve iyice irdelemek için bir öneride bulunur. Doğruluk, iyi ve eğri ile kötünün ne olduğunu anlamak için bu sefer bir hayali bir toplum kurmaya başlıyorlar. Bu hayali toplum diyaloglar ilerledikçe ütopya bir devlete dönüşecektir.
Bu devletin halkı nasıl eğitilir, yöneticiler nasıl seçilir, askerler ve korucular ne eğitimi alır ve hangi aşamalardan sonra yönetici yapılır. Bu kişileri hangi özelliklerine ve meziyetlerine göre seçmeleri gerekiyor. Bütün bunlar ütopya devleti kurma aşamasında Sokrates ile diyaloglar şeklinde kurgulanıyor.
Diyaloglar sırasında Sokrates, Homeros ve diğer şairlerin tanrılar ile ilgili söylediklerine sınırlama getirilmesini istiyor. Mesela, Hades’in diyarı ile ilgili korkutucu sözlerin savaşçıların kalplerine korku salacağı ve istedikleri gibi cesurca savaşıp ölmek istemeyeceklerinden korkuyorlar. Bundan dolayı Hades’in diyarı ile ilgili korkunç şeylerin anlatılmamasını istiyor.
Ayrıca tanrılarla ilgili bazı şiirleri özellikle de Homer’in destanlarındakini uygun bulmuyor ve bunun gençlere ve çocuklara anlatılmamasını istiyor.
“Hele söylemeli de şairlere, Tanrıları hiç şöyle konuşturmasınlar: “Ah başıma gelenler, ben ne bahtsız bir yiğit anasıymışım...” Haydi kimi Tanrılar vahlansın diyelim. Ama Tanrıların en büyüğü Zeus’a, şunları nasıl söyletebilir insan: “Eyvahlar olsun! Sevdiğim insanı şehrin surları boyunca böyle kovalanır mı görecektim? Yüreğim parçalanıyor.” (s. 77 - 78)
Homer’i çok eleştiriyor:
“- Peki, Akhilleus’un Agamemnon’a dediği şu söze ne dersin: “Seni köpek gözlü, ceylan yürekli, şarap tulumu!” Şiirde olsun, nesirde olsun bir adamın kendinden üstün olana bu çeşit sözler söylemesi doğru olur mu?
- Olmaz.
- Bence bunlar, gençlere akıllı uslu olmayı öğretecek sözler değildir. Başka bakımlardan hoşa gidebilir, o ayrı...” (s. 79)
Konuşmaya başlarken bir toplum kuruyorlar, çünkü doğru ve eğri insanı bulmaya çalışacaklardır. Doğruluğun insanı nereye götürdüğü, eğriliğin de ne kazandırdığı ya da kaybettirdiğini irdeleyeceklerdi. Ayrıca bunlardan hangisi mutluluğu getiriyor diye bakacaklardı. Bunun için de küçük bir toplum kurarak işe başladılar. Hayali bir toplum, ama şimdi gelinen noktada artık kurdukları şeye toplum değil, devlet demeye başladılar. O zamanın şartlarında bir şehir devleti de diyebiliriz. Ama en iyisini kurgulamaya çalışıyorlar. Onun için de burada nelere izin verilip verilmeyeceğine kadar tartışmaya başladılar.
“Devletimizde tragedya ve komedyaya yer verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Sözü buna getirmek istiyorum.” (s. 85)
Okunması gereken kitaplar - Amerikan üniversitelerinde öğrencilere en çok okutulan 101 kitap
Devlete onların istemediği adam gelirse ne yapacaklar:
“Öyleyse, her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygıyla eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler takar, onu başka bir ülkeye yollarız. Bize daha ağırbaşlı bir şair gerek, deriz. O kadar hoş olmasın, zarar yok, ama işe yarar masallar söylesin, yalnız iyi adamın taklitçisi olsun, onun davranışlarını anlatsın, askerlerimizin eğitiminde uygulanan kanunlara uysun sözleri.” (s. 89)
“Haydi öyleyse temizlemeye devam edelim.” diyor. Devleti temizlemeye devam ederken kötü insanlardan temizliyorlar. Temizlikten birisi de şöyle:
Sonunda doğruluğun ne olduğunu bulmaya yaklaşıyor:
“- Kendi işimizi istenilen biçimde yapmak; işte doğruluk bu olabilir dostum! Bunu nereden çıkartıyorum biliyor musun?
- Hayır, söyle.
- Devlette incelediğimiz üç değer vardı ya: Ölçü, yiğitlik ve bilgelik. Bunların dışında kalan değer, onları doğuran ve yaşatan değerdir. Baştan da, üç değeri bulursak, geriye kalan dördüncüsü doğruluk olacak, dememiş miydik?” (s. 132)
“Biz bir devlete ne vakit doğru diyorduk? İçindeki üç sınıftan her biri kendi işini gördüğü zaman ve bu üç sınıfın karşılıklı durumları ve değerlerinden ötürü de bu devlet ölçülü, yiğit ve bilge olduğu zaman, değil mi?” (s. 134)
Bu sefer doğruluğu devlette bulduk dedi ve bunun denemek için devletin yani toplumu oluşturan insanda denemeye karar veriler. Çünkü bir şey büyük toplumda neyse, toplumun bir parçası olan küçük birimde yani insanda da aynı şekilde olması gerekiyor. Yani doğru devletin özellikleri, doğru insanın özellikleri ile aynılık taşıması gerekiyor.
“- Öyleyse, devlet nasıl doğru olursa, insan da o türlü doğru olur.
- İster istemez.
- Devlet nasıl doğru oluyordu? Her sınıfın kendi işlerini görmeleriyle; bunu unutmadık, değil mı?
- Unutmadık.
- Öyleyse, içimizdeki yanlardan her biri kendi işini gördüğü vakit biz de kendi ödevini yapan doğru kişiler oluruz.” (s. 143)
İnsanın içindeki yanlar derken akıl ve istekleri kastediyor. Ayrıca bir üçüncü yan da var ki bunu akla yardım eden kızgınlık yanı diye ayırmışlar. Bunun sonucu şu kanıya varıyor. Doğru devlet, herkesin kendi en iyi bildiği işi yaptığı devlettir. Marangoz sadece marangozluk yapacak ve sair. Doğru insan da içindeki bölümlerin kendi sınırını bilip doğru çalıştığı zaman doğru insandır.
“- Eğrilik de ister istemez içimizdeki bu üç bölümün uyuşmazlığı olacak. Biri ötekinin işine karışacak, onlara karşı koyacak. Kumandayı kendi eline almak isteyecek. Ona düşenin yönetmek değil, yönetilmek olduğunu hesaba katmayacak. Bizce eğrilik, ölçüsüzlük, korkaklık, bilgisizlik, bir kelimeyle bütün kötülükler işte bu bölümlerin düzensizliği, kargaşalığıdır.” (s. 146)
İlk başta kadınların devlet işlerine karışmamasını düşünürler. Sonra Sokrates’in olayı irdelemesi sonucu şu karara varırlar. Kadınlar da erkekler ile aynı yaradılışa sahiptirler. Onun için onlar da erkekler ile birlikte eğitilecek ve devlet yönetmekte ta savaşa gitmeye kadar bütün işlerde erkekler ile eşit olacaklar.
Sıra bu sefer çocuklara gelir. Nasıl çocuk sahibi olacaklar, nasıl eğitilecek ve sair.
“- Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek. - Bu kanunu kabul ettirmek, bunun mümkün ve yararlı olduğunu ispat etmek, ötekinden daha güç olacak.” (s. 160)
“- Şuna: Devlet adamlarımız yönettikleri insanların yararına, yalana ve düzene başvurabilirler demiştik. Bu türlü yalanlan da birer ilaç gibi yararlı saymıştık.
- Haklıydık böyle saymakta.
- Öyleyse, sağlık kadar önemli olan evlenme ve üretmede de aynı şeyi yapmakta haklı oluruz.
- Nasıl?
- Üzerinde anlaştığımız ilkelere göre, her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi bozulmasın. Bunun için başvurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli, yoksa bekçiler arasında çatışmalar olabilir.” (s. 163)
“- Bence, evlenecekleri, kurnazca tertiplenmiş kurallarla seçmeli... Böylece cinsleri iyi olmadığı için seçilmeyen mutsuz yurttaşlar devlet adamlarına değil, kaderlerine küsmüş olurlar
- Bence de en iyisi bu.
- Bundan başka, savaşta ve başka işlerde yararlık gösteren gençlere nişanlar ödüller vermeli. Bu arada kadınlarla herkesten daha çok yatma hakkı tanımalı onlara. Kendilerinden alabildiğimiz kadar çok döl almak için bundan daha iyi fırsat olmaz.” (s. 164)
Buraya kadar bu kitabı bir “ütopya” türü olarak okudum. Ama aşağıdaki paragraf bana çok zalimce ve acımasızca geldi. Bundan dolayı da Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki çocukların yetiştirilmesini hatırlayarak bazı bölümlerinin ütopyadan çok distopyaya kaydığını düşünmeye başladım. Hele hangi çocuğun kimin olduğu bilinmeyen bir toplumda soy bağı diye bir şey olmaz. Bu da çok daha ahlaki sorunlara yol açar. Tabii bu fikirden daha sonra dönerler ve bu tür sorunlar yaşanmasın diye kimin kiminle özellikle yakın akrabalık bağları olduğunu bilmesi gerektiği kanısına varırlar.
“- Beslenme işini de bu kurul düzenler. Memeleri süt dolu anaları yuvaya getirir ve bunların kendi çocuklarını tanımamaları için elinden geleni yapar Çocukların kendi analarının sütü yoksa, sütü olan başka kadınlar bulunur. Süt veren anaların da bu işte fazla oyalanmamaları gerekir Çocuklara bakma işini de kadın, erkek bakıcılara bırakmalı!” (s. 164)
Platon burada ideal bir devletin başında Sokrates gibi bir filozofun olması gerektiğini savunuyor. Çünkü ancak onlar ideal bir devlet düzenini kurar ve devamını sağlayabilir. Ayrıca zaten gerçek filozof olan kişi bir devlet yöneticisi olmak istemez. Ancak bu gerçek filozof olan kişinin toplumun iyiliği için bu görevi kabul etmesi gerektiğini söyler.
“Altıncı Kitap”a filozofların kim olduğu ve ne özelliklere sahip olması gerektiği üzerinde konuşarak başlıyorlar.
Gerçek filozofları da şöyle tanımlıyor: “Bunlar iyi bir eğitim görme mutluluğuna ermiş, yurdundan uzaklara sürülmüş, kötü etkilerle bozulmayarak felsefeye bağlı kalmış birçok soylu insan, ya da küçük bir devlette doğmuş, onun yönetme işlerini küçümseyip politikaya karışmamış, seçkin birkaç aydındır.” (s. 208)
Bu arada Platon Sokrates’i hem bilge, hem de bilge olduğu kadar da alçakgönüllü biri olarak sunuyor bize. Çünkü neredeyse cevap vermediği ve üstesinden gelemediği konu yokmuş gibi gösterse de okura, Sokrates zaman zaman bazı konuları açıklamada zorluk çektiğini de kabul etmekten, yapamadığını itiraf etmekten de çekinmiyor ve bir yerde şöyle diyor: “Açıklayamazsam, istemediğimden değil, beceremediğimden açıklayamamış olacağım.”
“Öyleyse, bizim devlet tasarımız, gerçekleşmesi mümkün olursa, en iyisidir, gerçekleşmesi ne kadar zor olsa da imkânsız değildir, diyerek sözümüzü bağlayabiliriz.” (s. 216)
Sıra geldi iyinin ne olduğuna. Sokrates iyiyi anlatmaya gücü yetmeyeceğini ama “iyinin bir dalını, ona en çok benzeyen bir eşini, kendi görüşüne göre” anlatabileceğini söyler.
“Nesnelere gerçekliğini, kafaya da bilme gücünü veren iyi ideasıdır. Bunu iyi bil. Bilinen şeyler olarak gerçeğin ve bilimin kaynağı odur. Ama, bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsunlar, şuna inan ki, iyi ideası onlardan ayrı, onların çok üstündedir” (s. 225)
Dört türlü düşünüş yolu: En yüksek bölüme “kavrayış” diyelim, İkincisine “çıkarış” üçüncüsüne “inanç”, dördüncüsüne de “sanı”.
Bu misalle de ruhun gördüğü gerçeklerin iyi’nin ne olduğuna bağlıyor ve sonunda eğitim konusuna geliyor.
“- Eğitim, ruhun bu gücünü “iyi”den yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruha görme gücünü vermek değil; çünkü güç, onda kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktadır. Eğitim onu yalnız iyi yana yöneltir” (s. 236)
“Peki, başa geçmeyi küçümseyecek kişi, gerçek filozoftan başka kim olabilir?
- Hiç kimse doğrusu.
- Başa geçme, bir tutku olmamalı insanda. Tutku olan yerde ister istemez kıskançlıklar ve kavgalar olur.” (s. 239)
Gerçek bir devlet yöneticisi nasıl yetiştirilir diye sorarlar ve cevabı:
“Ruhu karanlıktan aydınlığa çevirme, yani gerçek varlığa yükseltme işi bu. Bizim gerçek felsefe dediğimiz de budur işte.” (s. 239)
Sonra gençlere öğretilecek bilimlere geçiyorlar. Sokrates en başta ve en önemli bilim olarak sayılar bilimini öneriri. Bunu geometri ve astronomi takip eder. En son eklenen bilim de dialektika olur.
“Demek ki, sence dialektika bilimlerin doruğu, tacıdır. Onun üstüne koyabileceğimiz başka hiçbir şey yoktur.” (s. 257)
“Aristokrasi şeklinin karşılığı olan insan üzerinde durmuştuk; ona iyi ve doğru insan diyebiliriz.”
Bugün en iyi devlet şekli olarak demokrasi görülüyor. Devlet seçimle başa gelen kişiler tarafından yönetiliyor. Platon ise demokrasiyi, en kötü yönetim şekli olan zorbalıktan sadece bir adım öne koyuyor. Hatta ona göre demokrasi belirli bir süre sonra yerini zorbalığa bırakacaktır.
Bu devletlere karşılık gelen insan şekilleri üzerinde duruyor:
“Önce şan, şeref arayan insanı alalım, Lakedemonya devlet şeklinin karşılığı olan insanı. Sonra oligarşi, demokrasi ve zorbalık insanlarını. Bunlar arasında en eğri, en haksız insanı bulunca, onu en doğru insanla karşılaştırırız. O zaman görürüz, katıksız doğruluk mu, yoksa katıksız eğrilik mi insanı daha mutlu, ya da daha mutsuz ediyor.” (s. 269)
Özellikle bugün dünyada en iyi yönetim şekli olarak görülen demokrasiyi neredeyse yerden yere vuruyor Platon. Çünkü demokraside sınırsız özgürlük var. İsteyen istediğini yapar. Böyle olursa kendilerinin kurdukları gibi devleti yönetecek iyi yetişmiş, belirli kurallarla seçilmiş ve eğitilmiş insanlar asla yetiştirilemez. Ayrıca demokraside yaşayan insanları da üçe ayırır. En kalabalık olan halk ile ilgili de şunları söyler:
“- Üçüncü sınıfsa halktır, yani bütün işçiler ve devlet işlerine karışmayan küçük gelirli insanlar. Demokrasilerde en kalabalık ve birlik olabilirse en güçlü sınıf budur.
- Doğru, ama kolay kolay birlik olamaz bu sınıf. Baldan ona da bir pay verdikçe sesi çıkmaz.
- Onun için baştakiler zenginlerden toplayıp çoğunu kendilerine ayırdıkları paradan halka da her zaman iyi kötü bir pay verirler.” (s. 269)
Devlete onların istemediği adam gelirse ne yapacaklar:
“Öyleyse, her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygıyla eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler takar, onu başka bir ülkeye yollarız. Bize daha ağırbaşlı bir şair gerek, deriz. O kadar hoş olmasın, zarar yok, ama işe yarar masallar söylesin, yalnız iyi adamın taklitçisi olsun, onun davranışlarını anlatsın, askerlerimizin eğitiminde uygulanan kanunlara uysun sözleri.” (s. 89)
“Haydi öyleyse temizlemeye devam edelim.” diyor. Devleti temizlemeye devam ederken kötü insanlardan temizliyorlar. Temizlikten birisi de şöyle:
“- İşte devletimizde böyle hekimler, böyle yargıçlar bulunacak. Bunlar yurttaşlar arasında, bedenleri ve içleri doğuştan iyi olanlara bakacak, iyi olmayanlara gelince, bedenleri bozuk olanları hekimler bırakacak ölsün. İçleri yaradılıştan kötü olanlara gelince, onları da yargıçlar öldürecek değil mi?
- Evet, galiba bu kötü olanlar için de, devlet için de en iyi yol.” (s. 104)
Sonunda doğruluğun ne olduğunu bulmaya yaklaşıyor:
“- Kendi işimizi istenilen biçimde yapmak; işte doğruluk bu olabilir dostum! Bunu nereden çıkartıyorum biliyor musun?
- Hayır, söyle.
- Devlette incelediğimiz üç değer vardı ya: Ölçü, yiğitlik ve bilgelik. Bunların dışında kalan değer, onları doğuran ve yaşatan değerdir. Baştan da, üç değeri bulursak, geriye kalan dördüncüsü doğruluk olacak, dememiş miydik?” (s. 132)
“Biz bir devlete ne vakit doğru diyorduk? İçindeki üç sınıftan her biri kendi işini gördüğü zaman ve bu üç sınıfın karşılıklı durumları ve değerlerinden ötürü de bu devlet ölçülü, yiğit ve bilge olduğu zaman, değil mi?” (s. 134)
Bu sefer doğruluğu devlette bulduk dedi ve bunun denemek için devletin yani toplumu oluşturan insanda denemeye karar veriler. Çünkü bir şey büyük toplumda neyse, toplumun bir parçası olan küçük birimde yani insanda da aynı şekilde olması gerekiyor. Yani doğru devletin özellikleri, doğru insanın özellikleri ile aynılık taşıması gerekiyor.
“- Öyleyse, devlet nasıl doğru olursa, insan da o türlü doğru olur.
- İster istemez.
- Devlet nasıl doğru oluyordu? Her sınıfın kendi işlerini görmeleriyle; bunu unutmadık, değil mı?
- Unutmadık.
- Öyleyse, içimizdeki yanlardan her biri kendi işini gördüğü vakit biz de kendi ödevini yapan doğru kişiler oluruz.” (s. 143)
İnsanın içindeki yanlar derken akıl ve istekleri kastediyor. Ayrıca bir üçüncü yan da var ki bunu akla yardım eden kızgınlık yanı diye ayırmışlar. Bunun sonucu şu kanıya varıyor. Doğru devlet, herkesin kendi en iyi bildiği işi yaptığı devlettir. Marangoz sadece marangozluk yapacak ve sair. Doğru insan da içindeki bölümlerin kendi sınırını bilip doğru çalıştığı zaman doğru insandır.
“- Eğrilik de ister istemez içimizdeki bu üç bölümün uyuşmazlığı olacak. Biri ötekinin işine karışacak, onlara karşı koyacak. Kumandayı kendi eline almak isteyecek. Ona düşenin yönetmek değil, yönetilmek olduğunu hesaba katmayacak. Bizce eğrilik, ölçüsüzlük, korkaklık, bilgisizlik, bir kelimeyle bütün kötülükler işte bu bölümlerin düzensizliği, kargaşalığıdır.” (s. 146)
DEVLETTE KADINLAR VE ÇOCUKLAR
“Beşinci Kitap”a kadar devlette sadece erkekler üzerinde duruldu. Şimdi Sokrates’ten ısrarla peki kadın ve çocuklar nasıl olacak diye sormaya ve onların durumunu tartışmasını istediler. Kadın ve çocuklar nasıl yetiştirilecek, toplumda kadınla nasıl rol alacak. Erkekler gibi her işte rol alacak mı yoksa sadece evde oturup çocuk mu yetiştirecek?“- Peki, bir devlette mümkün olduğu kadar değerli kadın ve erkek bulunmasından daha iyi bir şey var mıdır?
- Yoktur.
- Peki, bu değerliliğe, bizim anlattığımız yoldan, müzik ve jimnastik eğitimiyle varılmaz mı?
- Şüphesiz,
- Öyleyse kurduğumuz düzen yalnız gerçekleşir olmakla kalmıyor devletimiz için en iyi düzen oluyor.
- Doğru.
- Demek ki, bekçilerimizin kadınları çırılçıplak soyunacak, değerleri elbiseleri yerine geçecek, onlar da savaş ve barışta devletin bütün bekçilik işlerini erkeklerle paylaşacaklar, başka iş de görmeyecekler. Yalnız cinslerinin zayıflığı göz önünde tutularak, onlara erkeklerden daha kolay işler verilecek.” (s. 159 - 160)
İlk başta kadınların devlet işlerine karışmamasını düşünürler. Sonra Sokrates’in olayı irdelemesi sonucu şu karara varırlar. Kadınlar da erkekler ile aynı yaradılışa sahiptirler. Onun için onlar da erkekler ile birlikte eğitilecek ve devlet yönetmekte ta savaşa gitmeye kadar bütün işlerde erkekler ile eşit olacaklar.
Sıra bu sefer çocuklara gelir. Nasıl çocuk sahibi olacaklar, nasıl eğitilecek ve sair.
“- Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek. - Bu kanunu kabul ettirmek, bunun mümkün ve yararlı olduğunu ispat etmek, ötekinden daha güç olacak.” (s. 160)
“- Şuna: Devlet adamlarımız yönettikleri insanların yararına, yalana ve düzene başvurabilirler demiştik. Bu türlü yalanlan da birer ilaç gibi yararlı saymıştık.
- Haklıydık böyle saymakta.
- Öyleyse, sağlık kadar önemli olan evlenme ve üretmede de aynı şeyi yapmakta haklı oluruz.
- Nasıl?
- Üzerinde anlaştığımız ilkelere göre, her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi bozulmasın. Bunun için başvurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli, yoksa bekçiler arasında çatışmalar olabilir.” (s. 163)
“- Bence, evlenecekleri, kurnazca tertiplenmiş kurallarla seçmeli... Böylece cinsleri iyi olmadığı için seçilmeyen mutsuz yurttaşlar devlet adamlarına değil, kaderlerine küsmüş olurlar
- Bence de en iyisi bu.
- Bundan başka, savaşta ve başka işlerde yararlık gösteren gençlere nişanlar ödüller vermeli. Bu arada kadınlarla herkesten daha çok yatma hakkı tanımalı onlara. Kendilerinden alabildiğimiz kadar çok döl almak için bundan daha iyi fırsat olmaz.” (s. 164)
Buraya kadar bu kitabı bir “ütopya” türü olarak okudum. Ama aşağıdaki paragraf bana çok zalimce ve acımasızca geldi. Bundan dolayı da Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki çocukların yetiştirilmesini hatırlayarak bazı bölümlerinin ütopyadan çok distopyaya kaydığını düşünmeye başladım. Hele hangi çocuğun kimin olduğu bilinmeyen bir toplumda soy bağı diye bir şey olmaz. Bu da çok daha ahlaki sorunlara yol açar. Tabii bu fikirden daha sonra dönerler ve bu tür sorunlar yaşanmasın diye kimin kiminle özellikle yakın akrabalık bağları olduğunu bilmesi gerektiği kanısına varırlar.
“- Beslenme işini de bu kurul düzenler. Memeleri süt dolu anaları yuvaya getirir ve bunların kendi çocuklarını tanımamaları için elinden geleni yapar Çocukların kendi analarının sütü yoksa, sütü olan başka kadınlar bulunur. Süt veren anaların da bu işte fazla oyalanmamaları gerekir Çocuklara bakma işini de kadın, erkek bakıcılara bırakmalı!” (s. 164)
KRAL VE FİLOZOF
Devlette kadın ve çocukların rolünü konuştuktan sonra sıra gelir bu kurdukları devletin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine. Sokrates bundan sonra şu öneride bulunur. Bir şeyi gerçekte olmayacağı onun iyi olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca ikinci bir önerisi, kurdukları devletin aynısı olmasa da ona en yakın bir devlet kurma olanağını kabul etmelerini ister. Ayrıca işe de mevcut devleti bu kurdukları devlete nasıl dönüştürebilirler sorusu ile işe başlar. En başta önerdiği de devleti yönetenlerin filozof olması gerektiğidir.“Filozoflar bu devletlerde kral, ya da şimdi kral, önder dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, sevgili Glaukon, bence bu devletlerin başı dertten kurtulamaz, insanoğlu da bunu yapmadıkça tasarladığımız devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğamaz, kavuşamaz gün ışığına.” (s. 182)
Platon burada ideal bir devletin başında Sokrates gibi bir filozofun olması gerektiğini savunuyor. Çünkü ancak onlar ideal bir devlet düzenini kurar ve devamını sağlayabilir. Ayrıca zaten gerçek filozof olan kişi bir devlet yöneticisi olmak istemez. Ancak bu gerçek filozof olan kişinin toplumun iyiliği için bu görevi kabul etmesi gerektiğini söyler.
“Altıncı Kitap”a filozofların kim olduğu ve ne özelliklere sahip olması gerektiği üzerinde konuşarak başlıyorlar.
Gerçek filozofları da şöyle tanımlıyor: “Bunlar iyi bir eğitim görme mutluluğuna ermiş, yurdundan uzaklara sürülmüş, kötü etkilerle bozulmayarak felsefeye bağlı kalmış birçok soylu insan, ya da küçük bir devlette doğmuş, onun yönetme işlerini küçümseyip politikaya karışmamış, seçkin birkaç aydındır.” (s. 208)
Bu arada Platon Sokrates’i hem bilge, hem de bilge olduğu kadar da alçakgönüllü biri olarak sunuyor bize. Çünkü neredeyse cevap vermediği ve üstesinden gelemediği konu yokmuş gibi gösterse de okura, Sokrates zaman zaman bazı konuları açıklamada zorluk çektiğini de kabul etmekten, yapamadığını itiraf etmekten de çekinmiyor ve bir yerde şöyle diyor: “Açıklayamazsam, istemediğimden değil, beceremediğimden açıklayamamış olacağım.”
“Öyleyse, bizim devlet tasarımız, gerçekleşmesi mümkün olursa, en iyisidir, gerçekleşmesi ne kadar zor olsa da imkânsız değildir, diyerek sözümüzü bağlayabiliriz.” (s. 216)
Sıra geldi iyinin ne olduğuna. Sokrates iyiyi anlatmaya gücü yetmeyeceğini ama “iyinin bir dalını, ona en çok benzeyen bir eşini, kendi görüşüne göre” anlatabileceğini söyler.
“Nesnelere gerçekliğini, kafaya da bilme gücünü veren iyi ideasıdır. Bunu iyi bil. Bilinen şeyler olarak gerçeğin ve bilimin kaynağı odur. Ama, bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsunlar, şuna inan ki, iyi ideası onlardan ayrı, onların çok üstündedir” (s. 225)
Dört türlü düşünüş yolu: En yüksek bölüme “kavrayış” diyelim, İkincisine “çıkarış” üçüncüsüne “inanç”, dördüncüsüne de “sanı”.
PLATON'UN MAĞARASI
Yedinci Kitap’ta Sokrates bir misal ile başlar. Karanlık bir mağarada zincire bağlanmış, arkalarında ışık olan ve bu insanların sadece ışığın vurduğu insanlar ve nesnelerin gölgesini gördüğü bir ortam. Bu misalden bir insanın asıl dünyada ne gördüğü, ruh aleminin gerçeklerini görmesine götürüyor. Mağara ve gölgeler bizim dünyamız, mağaranın dışındaki yer ve güneş de ruhun gördüğü gerçekler.Bu misalle de ruhun gördüğü gerçeklerin iyi’nin ne olduğuna bağlıyor ve sonunda eğitim konusuna geliyor.
“- Eğitim, ruhun bu gücünü “iyi”den yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruha görme gücünü vermek değil; çünkü güç, onda kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktadır. Eğitim onu yalnız iyi yana yöneltir” (s. 236)
“Peki, başa geçmeyi küçümseyecek kişi, gerçek filozoftan başka kim olabilir?
- Hiç kimse doğrusu.
- Başa geçme, bir tutku olmamalı insanda. Tutku olan yerde ister istemez kıskançlıklar ve kavgalar olur.” (s. 239)
Gerçek bir devlet yöneticisi nasıl yetiştirilir diye sorarlar ve cevabı:
“Ruhu karanlıktan aydınlığa çevirme, yani gerçek varlığa yükseltme işi bu. Bizim gerçek felsefe dediğimiz de budur işte.” (s. 239)
Sonra gençlere öğretilecek bilimlere geçiyorlar. Sokrates en başta ve en önemli bilim olarak sayılar bilimini öneriri. Bunu geometri ve astronomi takip eder. En son eklenen bilim de dialektika olur.
“Demek ki, sence dialektika bilimlerin doruğu, tacıdır. Onun üstüne koyabileceğimiz başka hiçbir şey yoktur.” (s. 257)
KÖTÜ YÖNETİM ŞEKİLLERİ: TİMOKRASİ, OLİGARŞİ, DEMOKRASİ VE ZORBALIK
Sekizinci Kitap’a daha önce sadece adı geçen ama yarım kalan bir konuyla devam ediyorlar. Sokrates dört farklı devlet şeklini anlatmaya başlıyor. Bunlar Platon’un Sokrates ile diyaloglar aracılığıyla kurguladığı doğru devlet şeklinin karşıtıdır: Timokrasi, oligarşi, demokrasi ve zorbalık. Yani eğri ve kötü olan devlet şekilleridir. Bunları da dört grubu ayırıyorlar.“Birinci ve en ünlüsü, Girit ve Lakedemonya’nın devlet şekli, değer bakımından da İkincisi, oligarşi dediğimiz şekildir; bunun bozuk yanları saymakla bitmez. Sonra bunun karşıtı olan demokrasi gelir; ondan sonra da hepsini bastıran zorbalık; devletin dördüncü ve en son hastalığı! Bunlardan apayrı bir başka devlet şekli biliyor musun? Babadan oğula geçen krallıklar; satın alınan beylikler ve bunlara benzer şekiller, söylediklerimiz arasına girebilir...”(s. 268)
“Aristokrasi şeklinin karşılığı olan insan üzerinde durmuştuk; ona iyi ve doğru insan diyebiliriz.”
Bugün en iyi devlet şekli olarak demokrasi görülüyor. Devlet seçimle başa gelen kişiler tarafından yönetiliyor. Platon ise demokrasiyi, en kötü yönetim şekli olan zorbalıktan sadece bir adım öne koyuyor. Hatta ona göre demokrasi belirli bir süre sonra yerini zorbalığa bırakacaktır.
Bu devletlere karşılık gelen insan şekilleri üzerinde duruyor:
“Önce şan, şeref arayan insanı alalım, Lakedemonya devlet şeklinin karşılığı olan insanı. Sonra oligarşi, demokrasi ve zorbalık insanlarını. Bunlar arasında en eğri, en haksız insanı bulunca, onu en doğru insanla karşılaştırırız. O zaman görürüz, katıksız doğruluk mu, yoksa katıksız eğrilik mi insanı daha mutlu, ya da daha mutsuz ediyor.” (s. 269)
Özellikle bugün dünyada en iyi yönetim şekli olarak görülen demokrasiyi neredeyse yerden yere vuruyor Platon. Çünkü demokraside sınırsız özgürlük var. İsteyen istediğini yapar. Böyle olursa kendilerinin kurdukları gibi devleti yönetecek iyi yetişmiş, belirli kurallarla seçilmiş ve eğitilmiş insanlar asla yetiştirilemez. Ayrıca demokraside yaşayan insanları da üçe ayırır. En kalabalık olan halk ile ilgili de şunları söyler:
“- Üçüncü sınıfsa halktır, yani bütün işçiler ve devlet işlerine karışmayan küçük gelirli insanlar. Demokrasilerde en kalabalık ve birlik olabilirse en güçlü sınıf budur.
- Doğru, ama kolay kolay birlik olamaz bu sınıf. Baldan ona da bir pay verdikçe sesi çıkmaz.
- Onun için baştakiler zenginlerden toplayıp çoğunu kendilerine ayırdıkları paradan halka da her zaman iyi kötü bir pay verirler.” (s. 269)
Platon
Devlet
Özgün adı: Politeia
Çev: Sabahattin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz
20. Baskı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi
İstanbul
2010
372 sayfa.
Kitabı etraflıca tanıtmışsınız kaleminize sağlık. Fikir sahibi olmak açısından dolu dolu bir okuma oldu :)
Amacım kitap özetine yakın bir yazı hazırlamaktı. Teşekkür ederim. İyi okumalar.
Kitabı okumasamda okumuş kadar oldum. Çok güzel bir yazı olmuş ... Emeğinize sağlık 🌼
Teşekkürler. Faydalı olmasına sevindim.
Kitap özeti olarak iyi yazılmış, elinize sağlık.
Teşekkürler ve iyi okumalar
En iyi devlet şekli, halkına en az zararı veren devlet şeklidir...
Bu da bir bakış açısı
Çok iyi özet olmuş gerçekten ellerinize sağlık