Jared Diamond - Tüfek, Mikrop ve Çelik (3. Kısım Kitap Özeti)
3. Kısım: Yiyecek Üretiminden Tüfeklere, Mikroplara ve Çeliğe
11. Bölüm: Öldürücü Bir Armağan: Hayvan Varlığı
“Çiftçiler genellikle en kötü mikropları saçarlar, daha iyi silahları ve zırhları vardır, daha güçlü teknolojilere sahiptirler, fetih savaşları yapmayı daha iyi beceren okumuş yazmış seçkinleriyle merkezi bir yönetim altında yaşarlar.” (s. 252)
“Yakın tarihimiz boyunca insanların ölümüne yol açmış başlıca hastalıklar -çiçek hastalığı, grip, verem, sıtma, veba, kızamık ve kolera- hayvan hastalıklarının evrimleşmiş halidir, işin tuhafı bizim salgın hastalıklarımızın çoğunun nedeni olan mikropların büyük bir kısmı artık neredeyse yalnızca insanlarda görülür. Hastalıklar insanların ölüm nedenlerinin başında geldiği için tarihi biçimlendirmede de önemli rol oynamışlardır. II. Dünya Savaşı'na kadar savaşlarda ölenlerin çoğu savaş yaralarından değil savaşla taşınan hastalıklardan ölüyordu.” (s. 253)
Bu bölüm hastalıkların yayılması ve toplumları nasıl etkilediğini irdeliyor ve ayrıntılı bir şekilde üzerinde duruyor. Ayrıca mikropların nasıl ve neden yayıldığı konusu üzerinde duruyor. Mikropların yayılması ve insanlara bulaşması sonucu genetik bir eleme yaşanır. Mikroplara daha dirençli insanlar sağ kalırken, diğerleri doğal seçim sonucu elenir.
Bu bölümde ayrıca mikrop nedir, nasıl yayılır, nasıl hayvandan insana geçer ve nasıl değişime uğrar gibi konular ayrıntılı anlatılıyor. Bazı toplumlar uzun yıllar bir mikroba maruz kalmaları ve doğal seçim sonucu bu mikroplara karşı dayanıklı hale geldiği konusu işleniyor. En çok verilen örnek ise önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi Avrupalıların kendilerinin dirençli oldukları hastalıkları Amerika kıtasına getirmeleri sonucu, buradaki yerlilerin büyük bir bölümünün, hatta bazı kabilelerin tamamen hastalıklardan kırılmasıdır.
“Bu tür salgın hastalıklardan grip Amerikalıların çoğunun kişisel olarak tanıdığı bir hastalıktır, bazı yıllar özellikle kötü yıllar olur (ama grip virüsü için harika bir yıl). Kolera salgını daha uzun aralıklarla gelir, 1991 Peru salgını 20. yüzyılda Amerika’ya ulaşan ilk salgındır. Bugün kolera ve grip salgınları gazetelerin ilk sayfasına haber oluyor ama çağdaş tıbbın ortaya çıkışından önce salgın hastalıklar çok daha korkutucuydu, insanlık tarihinin en büyük salgını I. Dünya Savaşı’nın sonunda 21 milyon insanın ölümüne yol açan grip salgınıydı. Kara Ölüm (hıyarcıklı veba) 1346 ile 1352 tarihleri arasında Avrupa nüfusunun dörtte birinin ölümüne yol açtı, bazı kentlerde ölüm oranı % 70’i buluyordu. 1880’lerin başlarında Kanada Pasifik Demiryolları’nın inşası sırasında, Saskatchewan’dan geçen raylar döşenirken, daha önce beyazlarla ve beyazların mikroplarıyla pek karşılaşmamış olan o bölgenin Amerikan yerlileri her yıl % 9 gibi inanılmaz bir oranla tüberkülozdan öldüler.” (s. 260)
Kalabalık nüfusu etkileyen salgın hastalıklar büyük nüfuslar ortaya çıkmadan önce görülmedi. Çünkü az nüfuslu ve diğer toplumlarla az ya da hiç bağı olmayan toplumlarda görülen bir hastalık en fazla o toplumu etkiler ve biter. Ama kalabalık ve birbiri ile sürekli etkileşimde olan toplumlarda bir mikrop, çok geniş bir bölge ve nüfusa yayılarak çok sayıda insanın hastalanmasına ve ölmesine yol açabilir.
“Az nüfuslu toplumlara özgü bütün bu tür hastalıklar insanlığın en eski hastalıklarıdır. Toplam insan nüfusunun çok az ve parçalı olduğu, insanın ilk evrim tarihinin milyonlarca yılı içinde geliştirdiğimiz ve tahammül edebildiğimiz hastalıklardı bunlar. Ayrıca bizim en yakın yaban akrabamız olan Afrika insansımaymunu için de aynı ya da benzeri hastalıklar söz konusudur. Buna karşılık daha önce tartışmış olduğumuz kalabalık hastalıkları, kalabalık ve yoğun nüfuslu insan toplulukları ortaya çıkmadan görülemezdi. Nüfus artışı 10.000 yıl önce tarımın ortaya çıkışıyla başladı, daha sonra üç beş bin yıl önce şehirlerin doğuşuyla hızlandı. Aslında tanıdığımız bulaşıcı hastalıkların çoğunun kanıtlarla belirlenen tarihleri şaşırtıcı derecede yakın tarihlerdir: Çiçek hastalığı için (bir Mısır mumyasının çiçekbozuğu yüzünden anlaşıldığına göre) aşağı yukarı MÖ 1600, kabakulak için MÖ 400, cüzam için MÖ 200, çocuk felci için MS 1840, AIDS için 1959.”(s. 263 - 264)
Mikropların yayılmasına birkaç örnek:
“Daha önce Avrasya mikroplarıyla hiç karşılaşmamış olan ve bu mikroplar yüzünden ölen insanların oranı toplamda % 50 ile % 100 arasında değişir. Örneğin, Hispaniola yerli nüfusu, MS 1492’de Kolomb geldiği zaman, 8 milyondan 1535’te sıfıra düştü. 1875’te Avustralya’yı ziyaretten dönen bir Fiji şefi Fiji'ye kızamığı getirdi, (1791 de Avrupalıların ilk ziyaretiyle başlayan salgın hastalıklar yüzünden Fijililerin çoğu öldükten sonra) o tarihte hâlâ hayatta olan Fijililerin dörtte biri kızamıktan öldü. Kaptan Cook ile birlikte gelen frengi, belsoğukluğu, verem ve gripten sonra 1804’te görülen büyük bir tifo salgını ile birlikte sayısız "küçük'' salgınla Hawaii’nin nüfusu 1779’da yarım milyon iken, çiçek hastalığının Hawaii'ye ulaştığı ve hayatta kalanlardan 10.000'inin ölümüne yol açtığı 1853 yılında 84.000’e düştü. Bu örnekler neredeyse böyle sonsuza kadar uzatılabilir.
Yine de mikroplar yalnızca Avrupalıların lehine çalışmamıştır. Yeni Dünya’da ve Avustralya’da Avrupalıları bekleyen, oraların kendi yerel salgın hastalıkları yoktu ama Tropik Asya’da, Afrika’da, Endonezya’da, Yeni Gine’de pekâlâ vardı. Eski Dünya’nın tropik kuşağında sıtma, Güneydoğu Asya’nın tropik bölgesinde kolera, tropik Afrika’da sarıhumma bir zamanlar insanları kırıp geçirmekle ünlü hastalıklardı (ve hâlâ da öyle). Avrupalıların tropik bölgeleri sömürgeleştirmelerini zora sokan en ciddi engel bu hastalıklardı ve Avrupalıların Yeni Dünyayı bölüp parçaladıktan ancak 400 yıl sonra Yeni Gine'yi ve Afrika’nın büyük bir bölümünü parçalayabilmelerinin nedeni de buydu. Dahası, sıtma ile sarıhumma, Avrupalıların gemi trafiğiyle bir kez Amerika kıtalarına ulaştıktan sonra Yeni Dünya’nın tropik bölgelerinin de sömürgeleştirilmesini zora sokan başlıca engel haline geldi. Fransızların Panama Kanalı girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasında bu iki hastalığın oynadığı rolü biliyoruz, Amerikalıların sonunda başarılı olan girişimi de neredeyse bunlar yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmak üzereydi.” (s. 275)
Kitabın üzerinde durduğu asıl sorunlardan birinin cevabı olan mikrop ve bazı toplumları nasıl hastalıklara daha dayanıklı kılarak, diğer toplumları daha rahat istila etmesine yol açtığı ile ilgili bölümün kısaca özeti işe şöyle:
“Hiç kuşku yok ki Avrupalılar egemenlikleri altına aldıkları Avrupalı olmayan halklar karşısında silah, teknoloji ve siyasal örgütlenme açısından büyük bir üstünlüğe sahipti. Ama yine de çok az sayıdaki Avrupalı göçmenin Amerika kıtalarındaki ve dünyanın başka yerlerindeki onca yerel nüfusu yok etmeyi başarmasını bu üstünlükle açıklayamayız. Avrupalıların öteki kıtalara götürdükleri bu armağan olmasaydı -Avrasyalıların evcil hayvanlarla nicedir içli dışlılığı sonucunda evrimleşmiş mikroplar olmasaydı- bunların hiçbiri olmayabilirdi.” (s. 276)
12. Bölüm: Kopyalar ve Ödünç Harfler
Yazı, insanlığın bulduğu ve geliştirdiği en önemli teknolojidir. Harfler, alfabeler ve yazı olmadan şu an sahip olduğumuz teknolojinin hiç birisine sahip olamazdık. Yazı insanın sahip olduğu bilgiyi, daha sonraki nesillere aktarmasına, bunun sonucu bir bilgi birikimi ve yine de bunun etkisiyle de büyük icatlar ve teknolojilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu bölüm de yazının ortaya çıkma serüvenini anlatıyor.
“İslamiyetin ve Avrupa sömürgeciliğinin yayılışına kadar Avustralya’da, Büyük Okyanus Adaları'nda, Afrika’da Sahra’nın güneyinde, Mezoamerika’nın küçük bir bölgesi dışında Yeni Dünya’nın bütününde yazı diye bir şey yoktu. Bu sınırlı dağılımın sonucu olarak da uygar olmakla öğünen halklar her zaman yazıyı kendilerini “barbarlar"dan ya da “vahşi”lerden üstün kılan en önemli ayırıcı özellik olarak görmüşlerdi.” (s. 277)
“Bilgi güç demektir. Bu yüzden de yazı, çok daha uzak ülkelere ve çok daha eski zamanlara ait çok daha fazla bilgiyi çok daha sağlıklı ve çok daha ayrıntılı bir biçimde aktarma olanağı verdiği için çağdaş toplumlara güç kazandırır.” (s. 278)
“Yazı, fetihlerin çağdaş bir aracı olarak tüfeklerle, mikroplarla ve merkezileşmiş yönetimlerle el ele yürüdü. Sömürge edinmek üzere yola koyulacak filoları hazırlayan tacirlerin ve hükümdarların buyrukları yazılı olarak iletiliyordu. Filolar daha önceki keşif yolculukları sırasında hazırlanmış haritalara ve yazılı seyrüsefer talimatlarına bakarak rotalarını saptıyorlardı. Daha önceki keşif yolculuklarının hikâyelerinin anlatıldığı, kâşifleri bekleyen zenginliklerden, verimli topraklardan söz eden yazılı belgeler başka insanları da harekete geçiriyordu. Bu hikâyeler daha sonraki kâşifleri kendilerini hangi koşulların beklediği konusunda bilgilendiriyor ve onların hazırlanmalarına yardımcı oluyordu. Sonuçta kurulan imparatorluklar yazının yardımıyla yönetildi. Okuryazarlık öncesi toplumlarda bütün bu tür bilgiler başka araçlarla da olsa aktarılıyordu ama yazı bu aktarımı daha çok kolaylaştırmış, daha ayrıntılı, daha sağlıklı, daha inandırıcı bir biçimde yapılmasını sağlamıştı.” (s. 278)
Bu bölüm yazının gelişimini ele alıyor ve en başta da şu soruları soruyor: “Peki, bu kadar önemli olan yazıyı niçin bazı halklar geliştirdi de bazıları geliştiremedi? Örneğin, o geleneksel avcı/yiyecek toplayıcı halklar arasında niçin hiç yazıyı geliştireni ya da sahipleneni çıkmadı? Ada imparatorlukları arasında yazı niçin Minos Uygarlığı'na ait Girit’te geliştirildi de Polinezya Tongasında geliştirilmedi? İnsanlık tarihinde yazı kaç ayrı kez, hangi koşullar altında, ne için kullanılmak üzere geliştirildi? Yazıyı bulan halklar arasında niçin bazıları ötekilerden çok daha önce buldu? Örneğin, bugün Japonların ve İskandinavların büyük çoğunluğu okuryazardır ama çoğu Iraklı değildir: Peki, yazı niçin yaklaşık dört bin yıl önce Irak'ta ortaya çıktı?” (s. 278)
“Tartışmaya yer bırakmayacak şekilde yazının bağımsız olarak icat edildiği iki yer vardı, biri Mezopotamya, öteki Meksika; Mezopotamya’da Sümerler MÖ 3000 yılında, Meksika yerlileriyse MÖ 600 yılında icat etmişlerdi; MÖ 3000 yılındaki Mısır yazısı ile (MÖ 1300 öncesi) Çin yazısı da bağımsız olarak icat edilmiş olabilir.” (s. 281)
“Ayrıntılarıyla araştırıp ortaya çıkarabildiğimiz bağımsız icat olarak tarihin en eski yazı sistemi, Sümer çiviyazısıdır.” (s. 281)
Yazı Mezopotamya’da ortaya çıkmış ve etkileşimde bulunduğu yakın çevreyi de etkileyerek yeni yazıların çıkmasına örnek oluştur. Bu yazıdan etkilenen bölgeler buradan aldıkları yazıyı kopyalayarak, geliştirerek, değiştirerek kendi ihtiyaçlarına uygun yazılar geliştirmişlerdi.
“Daha sonra ele almak üzere Mısır, Çin, Paskalya Adası yazısını dışarıda tutarsak, dünyanın neresinde, hangi tarihte geliştirilmiş olursa olsun bütün yazı sistemleri Sümer ya da eski Mezoamerika yazılarının ya değişiklik geçirmiş halleriydi ya da hiç değilse onlardan alınan ilhamla ortaya çıkmıştı. Yazının bu kadar az yerde başlamış olmasının bir nedeni, daha önce tartıştığımız gibi, bunun çok güç bir icat olmasıydı. Bir ikinci nedense, Sümer ve eski Mezoamerika yazısı ile onların türevlerinin öncelik hakkının, yazının bağımsız olarak daha başka yerlerde de icat edilmesi olasılığını ortadan kaldırmalarıdır.” (s. 287)
“Günümüzde uzman dilciler, yazısız diller için kopya yöntemiyle yazı sistemleri tasarımlıyorlar. Böyle ısmarlama sistemlerin çoğu mevcut alfabeler üzerinde yapılan değişikliklerle oluşuyor ama bazıları da hece yazımıyla geliştiriliyor. Örneğin, misyoner dilciler yüzlerce Yeni Gine ve Yerli Amerikan diline Latin alfabesini uyarlamak için çalışıyor. Türkiye'nin 1928'de kabul ettiği Latin alfabesini devletin resmi dilcileri Türkçe yazıma uyarladılar, aynı şekilde Kiril alfabesi de Rusya'daki pek çok kabile diline uyarlanmıştır.
Çok eski geçmişte kopya yöntemiyle yazı sistemleri oluşturmuş birkaç kişiyle ilgili bir şeyler de biliyoruz. Örneğin, (bugün hala Rusya'da kullanılan) Kiril alfabesinin kökeni MS dokuzuncu yüzyılda Slavların ülkesine giden Yunan misyoner Aziz Kyrillos'un icadı olan, Yunan ve İbrani harflerinin bir uyarlamasına dayanmaktadır. Bir Germen dilinde - İngilizce de bu dil ailesindendir- günümüze kadar kalmış ilk metinler Gotik alfabesiyle yazılmıştır. Gotik alfabesinin mucidi Piskopos Ulfilas'tır. Ulfilas, bugün Bulgaristan'ın bulunduğu yerde MS dördüncü yüzyılda Vizigotlarla birlikte yaşamış bir misyonerdi. Aziz Kyrillos'un icadı gibi Ulfilas'ın alfabesi de çeşitli kaynaklardan alınmış harflerden oluşan bir karışımdı. İçinde 20 kadar Yunan harfi, 5 kadar Latin harfi vardı, harflerin iki tanesi de ya Germen alfabesinden alınmıştı ya da onları Ulfilas'ın kendisi uydurmuştu.” (s. 289 - 290)
“En eski Sami alfabesinden başlayarak süren bu kopyalama ve evrimsel değişiklik çizgisi en eski Arap alfabesi aracılığıyla bugünkü çağdaş Etiyopya alfabesine ulaşarak orada son bulur. Pers İmparatorluğu'nda resmi belgelerde kullanılan Arap alfabesi aracılığıyla sürmüş olan çok daha önemli bir gelişim çizgiyse çağdaş Arap, İbrani, Hint, Güneydoğu Asya alfabeleriyle noktalanmıştır. Ama Avrupalı ve Amerikalı okurların en iyi bildikleri gelişim çizgisi MÖ sekizinci yüzyıl başlarında Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara, oradan da aynı yüzyılda Etrüsklere, bir sonraki yüzyılda, alfabeleri küçük değişikliklerle bu kitabın basılması için kullanılmış olan Romalılara kadar uzanan çizgidir.” (s. 292)
Yazının ortaya çıkmasının, kopyalama yönteminde farklı bir yöntemi daha var. O da yazı düşüncesinin yayılması yöntemiyle geliştirilen yazılar. Bu daha çok bir bölgede geliştirilen yazı fikri, başka bir bölgeye ulaşıyor ve o bölge bu fikri alarak kendi yazısını geliştiriyor. Kitapta bunlara Çeroki ve Kore yazısı örnek olarak veriliyor ve ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.
“İlk yazıların kullanım alanlarının ve kullanıcıların sayısının sınırlı olması insanlık tarihinde yazının niçin bu kadar geç ortaya çıktığı konusunda bize fikir verir. Bağımsız olarak icat edilmiş olma olasılığı ya da olanağı bulunan yazıların (Sümer, Meksika, Çin, Mısır yazılarının) hepsi, bu icat edilmiş sistemlerin bütün ilk uyarlamaları (örneğin, Girit'teki, İran'daki, Türkiye'deki, İndus Vadisi'ndeki, Maya bölgesindeki), karmaşık ve merkezi siyasal kurumları olan, toplumsal bakımdan katmanlı toplumlar gerektiriyordu, bu toplumların yiyecek üretimiyle ilişkilerini daha sonraki bir bölümde inceleyeceğiz. İlk yazı (kayıt tutmak, krallık propagandası gibi) o siyasal kurumların gereksinimlerine hizmet etti, yazıyı kullananlar yiyecek üreten köylülerin yetiştirdikleri depolanmış yiyecek fazlasıyla beslenen tam zamanlı bürokratlardı. Avcı/yiyecek toplayıcı toplumlar hiçbir zaman ne kendileri yazı diye bir şey geliştirdiler ne de başkalarından aldılar, çünkü ilk yazının kullanılacağı kurumlardan da yoksundular, yazıcıları beslemek için yiyecek fazlası üretmeye yarayacak toplumsal ve tarımsal düzeneklerden de.” (s. 302 - 303)
13. Bölüm: İhtiyacın Anası
Bu bölüm, Phaistos diskinin bulunuşu ve gizemlerini anlatarak başlıyor. Diskin önemi ise şundan ileri geliyor.
“Phaistos diski insanoğlunun bir sonraki adımının öncüsü, ilk basım girişimiydi, matbaacılıkta da aynı şekilde kesme matbaa harfleri ya da bloklar kullanılmıştı ama kâğıt üzerine ve mürekkeple basılıyordu, mürekkepsiz ve kil üzerine değil. Bununla birlikte o bir sonraki adım Çin’de 2500, ortaçağ Avrupasında daha da geç, 3100 yıl sonrasına kadar atılmadı.” (s. 309)
“Bu bölümde nihayet bu kitabın temel sorusunu ele alacağız: Farklı kıtalarda teknoloji niçin farklı hızlarda gelişti?” (s. 310) diye soruyor yazar ve genel kanı olan “teknolojilerin bir ihtiyaca binaen ortaya çıktığı” düşüncesinden başlıyor. Sonra bunun aslında böyle olmadığını, teknolojinin gelişmesinden ilginç örnekler vererek devam ediyor.
“Tartışmamıza bir deyişle, o deyişte dile getirilen bir görüşle başlayacağız: “İcadın anası ihtiyaçtır." Yani, varsayımsal olarak icatlar toplumun giderilemeyen bir ihtiyacı olduğu zaman yapılır: Bir teknolojinin yetersiz ya da sınırlayıcı olduğu herkesçe kabul edilmektedir. Olası mucitler, para ya da ün kazanma umuduyla güdülenerek o ihtiyacı saptar ve karşılamaya çalışırlar. Sonunda bir mucit, mevcut yetersiz teknolojiden daha üstün bir çözümle ortaya çıkar. Çözüm toplumun değerleriyle ve başka teknolojileriyle uyuşuyorsa toplum çözümü benimser.
İcadın anasının ihtiyaç olduğu yönündeki sağduyulu görüşe gerçekten uyan hayli az icat vardır. 1942 de, II. Dünya Savaşanın ortasında, ABD hükümeti atom bombasını yapmak için gerekli teknolojiyi Almanlar bulmadan önce bulmak gibi açık bir amaçla Manhattan Projesi'ni oluşturdu. Proje üç yıl içinde başarıya ulaştı, maliyeti 2 milyar dolardı (bugünün parasıyla 20 milyar dolar). Bunun dışında anılması gereken icatlardan biri Amerika Birleşik Devletlerinde yetişen ve çok zahmetli bir şekilde elle ayrılan pamuğun çekirdeklerini ayırmak için Eli Whitney’in 1794’te icat ettiği çırçır, ötekiyse James Watt’ın İngiliz kömür madenlerinden su pompalama sorununu çözen 1769’daki icadı buharlı makinedir.
Bu iyi bilinen örnekler bizi yanıltır, öteki önemli icatların da fark edilen ihtiyaçları gidermek amacıyla yapıldığını düşünürüz. Aslında icatların pek çoğu ya da büyük çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin eseriydi, onların kafalarındaki ürüne başlangıçta hiçbir talep yoktu. Bir şey icat edildikten sonra mucidin o şey için bir uygulama alanı bulması gerekiyordu. Ancak uzunca bir süre kullanıldıktan sonra tüketiciler o şeye “ihtiyaçları" olduğunu hissetmeye başlıyorlardı. Yine, bir tek amaca hizmet etmek üzere icat edilmiş şeylerin başka, öngörülmemiş amaçlar için yararları daha sonra anlaşılıyordu. Ne işe yarayacağı belli olmayan şeyler arasında uçaktan otomobile, içten yanmalı motorlardan elektrik ampulüne, pikaptan transistora kadar yakın çağların belli başlı teknolojik icatlarının bulunduğunu öğrenmek sizi şaşırtabilir. Çoğu kez icat ihtiyacın anasıdır, ihtiyaç icadın değil.” (s. 311 - 312)
Devamında burada anlattığı olaylarla ilgili örnekler veriyor.
“Mucitler toplumdan gelen bir talep olmadığında çoğu kez uzun süre tamirciliği elden bırakmamak zorundadırlar, çünkü ilk modeller hiçbir işe yaramayacak kadar kötü çalışır. İlk fotoğraf makineleri, daktilolar, televizyonlar Otto'nun iki metre boyundaki benzinli motoru kadar korkunçtu. Bu bakımdan bir mucidin elindeki o korkunç ilk örneğin sonunda bir gün bir işe yarayıp yaramayacağını ve dolayısıyla onu geliştirmek için daha fazla emek ve para gerekip gerekmediğini önceden kestirmesi güçtür.” (s. 313)
“Aslında çağdaş icatların en ünlüleri ve görünüşte en belirleyicileri için bile ileri sürülen “Falan şeyi falanca icat etti,” gibi çıplak bir iddianın gerisinde o icadın göz ardı edilen ilk habercileri yatmaktadır. Örneğin, bize hep “James Watt buharlı makineyi 1769’da icat etti, ” denir; güya bir çaydanlığın emziğinden çıkan buharı seyrederek ondan esinlenmiş. Bu harika öykü iyi hoş ama Watt’ın kafasında aslında kendi buharlı makine düşüncesi Thomas Newcomen’ın bir buharlı makine modelini tamir ederken doğdu, Newcomen o makineyi 57 yıl önce icat etmişti ve Watt’ın tamir ettiği zamana gelinceye kadar İngiltere’de söz konusu makineden yüzden fazla üretilmişti. Beri yandan Newcomen’ın buharlı makinesi de İngiliz Thomas Savery’nin 1698 patentli makinesine dayanıyordu, Savery'ninki 1680 dolaylarında Fransız Denis Papin’in tasarımladığı (ama yapmadığı) buharlı makineye dayanıyordu, Papin’inki ise Hollandalı bilim adamı Christiaan Huygens ve başkalarının düşüncelerinden esinlenmişti. Newcomen’ın makinesini (makineye ayrı bir buhar yoğunlaştırıcı ve iki yönlü çalışan bir silindir ekleyerek) Watt’ın büyük oranda geliştirdiğini yadsımak anlamına gelmiyor bu ama Newcomen da Savery'ninkini hayli geliştirmişti.” (s. 314)
“Benim çıkardığım iki temel sonuç var: Birincisi, teknoloji toplam olarak gelişen bir şey, tek tek kahramanların eylemleriyle değil; İkincisi, teknoloji öngörülmüş bir gereksinimi karşılamak için icat edilmiyor, icat edildikten sonra kullanım alanı bulunuyor. Bu sonuçlar hiç kuşkusuz geçmiş çağlardaki belgelenmemiş teknoloji için daha da geçerli. Buzul Çağı avcılarının ve yiyecek toplayıcılarının ocaklarında yanmış kum ile kireçtaşı kalıntılarını gördükleri zaman, uzun yıllar sürecek hiç akla gelmedik nice icatlardan sonra bu işin sonunun (MÖ 4000 dolaylarında) ilk kez sırlanan nesnelere, (MÖ 2500 dolaylarında) Mısır ve Mezopotamya’da bir yere yapışık olmayan ilk cam eşyalara, (MÖ 1500 dolaylarında) ilk cam kaplara, (MS 1 dolaylarında) Roma'daki cam pencerelere varacağını düşünmelerine olanak yoktu.” (s. 315)
Gelin işe aynı toplumda çeşitli icatların kabul edilirlik derecelerini karşılaştırarak başlayalım. Kabul edilirliği etkileyen en az dört neden göreceğiz.
1 - Birinci ve en açık etken mevcut teknolojiyle karşılaştırıldığı zaman ortaya çıkan göreli ekonomik üstünlüktür.
2 - İkinci bir kaygı da toplumsal değer ve saygınlıktır, bu (ya da bunun eksikliği) ekonomik yararın önüne geçebilir.
3 - Yine bir başka etmen kazanılmış haklara uygunluktur.
4 - Yeni teknolojilerin kabul edilmesini etkileyen son etmen yararlarının kolayca görülüp görülmemesiyle ilgili.
“Böylece, tekerlek, tasarımcının imzasını taşıyan kotlar, QWERTY klavyeleri, aynı toplumun bütün icatlara eşit derecede açık olmayışının gerisinde yatan çeşitli nedenleri örnekliyor. Beri yandan aynı icadı kabul etme konusunda çağdaş toplumların tutumu da büyük farklılıklar gösteriyor. Üçüncü Dünya’nın köylü toplumlarının batılılaşmış sanayi toplumları kadar yeniliklere açık olmadığı genellemesini bilmeyenimiz yok. Sanayileşmiş ülkeler dünyasında bile bazı bölgeler ötekilere göre çok daha açık. Kıtalar düzeyinde de bu tür farklılıklar varsa teknolojinin bazı kıtalarda ötekilere göre niçin daha hızlı geliştiği açıklanabilir. Örneğin, Avustralya’nın yerli toplumlarının hepsi herhangi bir nedenle her zaman değişikliğe direniyorduysa, bütün öteki kıtalarda metal aletler ortaya çıktıktan sonra hâlâ taş aletler kullanmaya devam etmelerinin açıklaması bu olabilirdi.” (s. 320)
Toplumlar arasında yeniliğe açıklık farkları nasıl ortaya çıkıyor? Teknoloji tarihçileri en azından 14 açıklayıcı etmenden oluşan uzun bir liste sunuyorlar.
“Birincisi ortalama ömür uzunluğudur. Yani ilke olarak, olası mucitlerin gerekli teknik bilgi birikimini sağlayabilmeleri için zamana gereksinimleri vardır; aynı zamanda, çok geç sonuç veren uzun gelişim programları üzerinde çalışmaya başlayabilmek için sabır ve güvenliğe. Bu yüzden de çağdaş tıp sayesinde çok fazla artmış olan ömür ortalaması yakın zamanlardaki icatların artmasına katkıda bulunmuş olabilir.” (s. 320 - 321)
“Daha sonraki beş etmen ekonomiyle ve toplumun örgütlenme biçimiyle ilgilidir: (1) Klasik çağlarda kölelerin emeğinin ucuz olması görünüşe bakılırsa yenilikleri baltalıyordu, oysa şimdi ücretlerin yüksek oluşu ya da insan emeği açığı, teknolojik çözüm arayışlarını kamçılıyor.” (s. 321)
(2) Mucitlerin sahiplik haklarını koruyan patent ve öteki telif hakları yasalarıyla çağdaş Batı’da yeniliklere kanat gerilirken çağdaş Çin'de bu tür bir korumanın olmaması yenilik heveslerini kırıyor. (3) Çağdaş sanayi toplumları teknik eğitime büyük olanaklar sağlamaktadır, ortaçağda İslam âlemi de öyle yapmıştı, çağdaş Zaire'yse yapamıyor. (4) Çağdaş kapitalizm teknolojik gelişmeye para yatırmayı özendirecek şekilde örgütlenmiştir, eski Roma ekonomisi böyle değildi. (5) Amerikan toplumundaki güçlü bireycilik başarılı mucitlerin kendi kazançlarını kendilerine saklamalarına izin verir, oysa Yeni Gine'deki güçlü aile bağları, para kazanmaya başlayan birinin onlarca akrabasının kendilerini evine alması, karınlarını doyurması, ceplerine para koyması beklentisiyle kapısına dayanmalarını sağlama alır.” (s. 321)
“Öne sürülen bundan sonraki dört açıklama ekonomiyle ya da örgütlenmeyle ilgili olmaktan ziyade ideolojiktir: (1) Yeni bir icatta bulunma çabasının temelinde yatan zarara uğrama tehlikesini göze alma davranışı bazı toplumlarda ötekilere göre daha yaygındır. (2) Bilimsel bakış Aydınlanma sonrası Avrupa toplumlarının biricik özelliğidir, Avrupa’nın bugünkü teknolojik üstünlüğüne bunun önemli katkısı olmuştur. (3) Görüş ve inanış farklılıklarına gösterilen hoşgörü yenilikleri besler, oysa (Çin’de eski Çin klasikleri üzerindeki ısrarda olduğu gibi) güçlü geleneksel bakış yenilikleri boğar. (4) Dinlerin teknolojik yenilikler karşısındaki tutumları büyük değişiklikler gösterir: Musevilik’in ve Hıristiyanlık’ın bazı kollarının teknolojiyle arasının özellikle iyi olduğu, İslam’ın, Hinduizm’in, Brahma dininin bazı kollarınınsa özellikle olmadığı söylenir.” (s. 321 - 322)
“Bu on varsayımın hepsi doğru olabilir. Ama bunların hiçbirinin coğrafyayla zorunlu bir ilişkisi yoktur. Patent hakları, kapitalizm, bazı dinler gerçekten de teknolojinin gelişimini sağlıyorsa, ortaçağ sonrası Avrupasında bunlar yönünde tercih yapılmasına, Çin’de ya da Hindistan’da yapılmamasına yol açan şey nedir?
“Bu on etmenin hiç değilse teknolojiyi hangi yönde etkilediği apaçık ortadadır. Önerilen etmenlerden geriye kalan dört tanesi -savaş, merkezi yönetim, iklim ve kaynak bolluğu- tutarlı davranmazmış gibi görünüyor: Bazen teknolojiyi teşvik ediyor, bazen engelliyorlar. (1) Tarih boyunca savaş genellikle teknolojik yeniliklerin başlıca nedeni olmuştur. Örneğin, II. Dünya Savaşı sırasında nükleer silahlara, I. Dünya Savaşı sırasında uçaklara ve kamyonlara yapılan dev yatırımlar bütün yeni teknoloji alanlarını ateşledi. Ama savaşlar aynı zamanda teknolojiyi önemli ölçüde engelleyebilir de. (2) Merkezi yönetim 19. yüzyılda Almanya’da ve Japonya’da teknolojik patlamaya yol açarken Çin’de MS 1500'den sonra teknolojiyi yok etti. (3) Kuzey Avrupalıların çoğu, teknolojisiz yaşamanın olanaksız olduğu sert iklimli bölgelerde teknolojinin geliştiği, fazla giyim kuşama gerek bırakmayan, ağaçlardan güya muzların yağdığı iyi iklimli bölgelerdeyse gelişme gösteremediği kanısındadırlar. Bunun tam tersi bir görüşe göreyse, çevre koşullarının iyi olduğu bölgelerde yaşayan insanlar varlıklarını sürdürebilmek için sürekli savaşmak zorunda değildirler, bir şeyler icat etmekle uğraşma olanakları vardır. (4) Çevre kaynaklarının bolluğunun mu yoksa kıtlığının teknolojiyi ateşlediği konusunda da tartışmalar vardır. Kaynakların bolluğu, bu kaynakları kullanacak olan teknolojilerin gelişmesinde etkili olabilir, örneğin fazla yağış alan, pek çok ırmakların bulunduğu Kuzey Avrupa’da su değirmeni teknolojisinin geliştirilmesi gibi -peki ama su değirmeni teknolojisi daha da yağışlı olan Yeni Gine’de niçin gelişmedi? Britanya’da kömür teknolojisinin gelişmesinin nedeni olarak orada ormanların yok edilmiş olması ileri sürülür ama ormansızlaşma Çin’de niçin aynı etkiyi yaratmadı ?” (s. 322 - 323)
Aynı kıta ve bölgede olan toplumların teknolojileri farklı şekillerde benimsemesine örneklerle devam ediyor.
“O halde, icatlar yapma ve icatları kabul etme bakımından aynı kıtanın üzerinde bile topluluklar farklılık gösterir. Öte yandan aynı toplum da zamanla değişiklik gösterebilir. Bu günlerde Ortadoğu'daki Müslüman toplumlar göreceli olarak tutucu, teknolojide ön saflarda yer almıyorlar. Ama ortaçağda aynı bölgedeki Müslümanlar teknoloji bakımından ileriydiler, yeniliklere açıktılar. Çağdaş Avrupa'dakinden daha yüksek okuryazarlık oranına ulaşmışlardı; Eski Yunan uygarlığının mirasını öylesine özümlemişlerdi ki bugün biz Eski Yunan’a ait kitapların çoğunu Arapça kopyaları aracılığıyla tanıyoruz; yel değirmenlerini, trigonometriyi, üç köşeli yelkenleri geliştirdiler ya da icat ettiler; metal sanayiinde, mekanik mühendislikte, kimya mühendisliğinde, sulama yöntemlerinde önemli adımların atılmasına öncülük ettiler; Çin'den barutu ve kâğıdı alıp Avrupa’ya aktardılar. Ortaçağda teknoloji akışının yönü bugünkü gibi Avrupa'dan İslam âlemine doğru değil, büyük oranda İslam âleminden Avrupa’ya doğruydu. Ancak MS aşağı yukarı 1500 yılından başlayarak bu akışın yönü yüz seksen derece değişti.” (s. 325 - 326)
“Bizlerse tam tersine, teknolojik yenilikler bakımından çağdaş dünyaya Batı Avrupa toplumlarının ve Avrupa’dan türeme Kuzey Amerika toplumlarının öncülük ettiğini sanırız, ama ortaçağ sonlarına kadar teknoloji Eski Dünya’nın herhangi bir "uygar" bölgesindekine göre Batı Avrupa’da daha az gelişmiş durumdaydı.” (s. 326)
“O halde, genel olarak yenilikçi toplumların yaşadığı kıtalar, genel olarak tutucu toplumların yaşadığı kıtalar diye bir şey yoktur. Her kıtada, belli bir zamanda tutucu toplumlar da vardır, yenilikçi toplumlar da vardır. Ayrıca yeniliğe açıklık eğilimi aynı bölgede zaman içinde dalgalanma gösterebilir.” (s. 326)
“Bazı icatlar doğrudan doğruya doğal hammaddenin el altında olmasıyla ilgilidir. Bu tür icatlar dünya tarihinde pek çok kereler, farklı yerlerde ve zamanlarda yapılmıştı.” (s. 327)
“Çok işe yarar bir icat bir toplumda ortaya çıktığı zaman bu icat genellikle iki şekilde yayılır. Biri, o icadı gören ya da duyan başka toplumların beğenip almalarıdır. İkincisi, icadın yapıldığı toplum karşısında o icattan yoksun toplumlar kendilerinin zayıf kaldıklarını görürler, bu zayıflık yeterince önemliyse o topluma yenik düşerler, yerlerini onlara bırakırlar.” (s. 328)
Teknolojilerin bir topluma gelmesi ve unutulmasına en çarpıcı örnek kitapta Japonların Avrupalılardan ilkel tüfekleri alıp daha gelişmiş tüfekler üretmesi ile ilgili veriliyor. Ancak Japonya’nın geliştirdiği tüfek teknolojisi Samurai geleneğinin baskısı ile neredeyse yasaklanıyor ve sonra da kullanılmaz duruma geliyor. Bu durum Japonların ABD’nin ateşli silah gücüyle karşı karşıya kalmasına kadar devam ediyor.
“Şimdi şu üç etmen konusundaki farklılıkların -yiyecek üretiminin başlama tarihinin, yayılmayı önleyen engellerin, nüfus büyüklüğünün- kıtalararasında gözlemlenen teknolojik gelişme farklılıklarına nasıl doğrudan doğruya yol açtığını özetleyelim. Avrasya (aslında Kuzey Afrika da içinde olmak üzere) dünyadaki en büyük kara parçasıdır, üzerinde birbiriyle yarışan en çok sayıda toplumu barındırır. Yiyecek üretiminin ilk kez başladığı iki merkez de bu kara parçası üzerindedir: Bereketli Hilal ve Çin. Ana ekseninin doğu-batı yönünde olması, Avrasya’nın bir köşesinde benimsenmiş pek çok icadın Avrasya’nın başka yerlerinde benzer enlemlerde, benzer iklimlerde yaşayan toplumlara bir oranda hızlı bir biçimde yayılmasına olanak vermiştir. Güney-kuzey ekseni yönündeki genişliği Amerika kıtalarının Panama Kıstağı'ndaki darlığıyla karşıtlık oluşturur. Amerika ve Afrika’nın ana eksenleriyle kesişen aşılmaz çevresel engeller orada yoktur. Sonuç olarak Avrasya’da teknolojinin yayılmasını önleyecek coğrafi ve çevresel engeller öteki kıtalardakilere göre daha aşılabilir cinsindendir. Bütün bu etmenler sayesinde Avrasya Pleyistosen sonrası dönemde teknolojinin ivme kazanmaya ilk başladığı yer ve sonuçta en büyük yerel teknoloji birikiminin oluştuğu kıtaydı.” (s. 337)
14. Bölüm: Eşitlikçilikten Hırsızkrasiye*
En başta “hırsızkrasi” nedir? Çevirmen sayfanın sonuna şu notu düşmüş: “İngilizce "kleptocracy" sözcüğünün karşılığı olarak, hırsızlar yönetimi anlamında "hırsızkrasi"; "kleptocrat" sözcüğü için de benzer biçimde "hırsızkrat" sözcüğü nü kullandım.”
Özetle yazar Jared Diamond, modern devlette, yönetimlerin halkı soymasını, haraç (modern tabirle vergi) almasını “hırsızkrasi” yönetim tarzı olarak tanımlıyor.
Bu bölümde toplumları nasıl ve neden obadan, kabileye, sonra da şeflik ve devlet yönetim tarzına geçtikleri üzerinde duruluyor.
“Daha önce dışarıyla ilişkileri olmayan Yeni Gine ve Amazon yerli topluluklarının pek çoğu, aynı şekilde, çağdaş toplumla bütünleşmelerini misyonerlere borçlular. Misyonerlerden sonra öğretmenler, doktorlar, bürokratlar, askerler geldi. Devlet yönetiminin ve dinin yayılması, ister (sonunda Fayularda olduğu gibi) barışçıl yollardan, ister zorla olsun, kayıtlı tarih boyunca kol kola yürüdü. Zorla olduğunda, genellikle devlet yönetimleri fetihleri yapar, din de bunun haklı gerekçelerini sağlar. Göçebeler ve kabile halkları bazen örgütlü devletleri ve dinleri yenilgiye uğratır ama geçen son 13.000 yıl içinde genellikle kaybedenler göçebeler ile kabile halklarıdır.
Son Buzul Çağı’nın sonlarında dünya nüfusunun çoğu bugünkü Fayularınkine benzer toplumlarda yaşıyordu, o zamanlar daha karmaşık bir toplumda yaşayan insanlar yoktu. MS 1500 gibi yakın bir geçmişte, dünyadaki toprakların, işleri bürokratların yürüttüğü, yasalarla yönetilen devletler halinde, sınırlarla bölünmüş kısmı % 20’yi bulmuyordu. Bugün Antarktika dışında bütün topraklar böyle bölünmüş durumda. Merkezi yönetim ile örgütlü bir din sahibi olmayı en erken başaran toplumların torunları sonunda çağdaş dünyanın hâkimi oldular. Yönetim ile din bileşimi, mikroplar, yazı ve teknolojiyle birlikte tarihin genel seyrini belirleyen en yakın dört ana etmenden biri olarak işte böyle işlev gördü. Devlet ile din nasıl ortaya çıktı?” (s. 359)
Toplumların gelişme evreleri dört gruba ayrılarak inceleniyor: Oba, kabile, şeflik ve devlet.
Oba
“Obalar en küçük toplumlardır, 5 ila 80 kişiden oluşur, çoğu ya da hepsi kan ya da evlilik bağıyla birbirleriyle yakın akrabadırlar. Aslında oba büyük bir ailedir ya da birkaç akraba aile.” (s. 360)
“Obalar bugün bizim kendi toplumlarımızda kaçınılmaz gördüğümüz pek çok kurumdan yoksundur. Sürekli oturdukları tek bir üs yoktur. Obanın topraklarını bütün herkes ortaklaşa kullanır, topraklar alt öbekler ya da bireyler arasında bölünmemiştir. Yaş ve cinsiyet dışında düzenli bir ekonomik uzmanlaşma yoktur: Gücü kuvveti yerinde herkes yiyecek peşinde koşar. Obaların içindeki ya da obalar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için yasalar, polis, sözleşmeler ve benzeri hiçbir resmi kurum yoktur. Oba örgütlenmesi genellikle “eşitlikçi” olarak tanımlanır: Alt ve üst sınıflar gibi resmileşmiş toplumsal katmanlar yoktur, resmileşmiş ya da babadan oğula geçen liderlik yoktur, resmileşmiş bilgi ve karar tekeli yoktur. Yine de “eşitlikçi” teriminin bütün oba üyelerinin saygınlık bakımından eşit olduğu, kararların alınmasında eşit derecede söz sahibi olduğu anlamına geldiği sanılmasın. Bu terimin anlamı, oba “liderliğinin” resmi olmadığı, kişilik, güç, zekâ, dövüşme becerisi gibi niteliklerle elde edildiğidir.” (s. 362)
Kabile
“Obadan sonraki evrelerin birincisi kabiledir, kabilenin farkı (genelde onlu sayılarla değil yüzlü sayılarla ölçülen) daha büyük bir topluluk olması, çoğu kez değişmez bir yerleşim yerinin bulunmasıdır. Bununla birlikte bazı kabileler, hatta şeflikler mevsimlere göre yer değiştiren sürü sahiplerinden oluşur.” (s. 363)
“Obalarla kabileler arasındaki bütün bu farklılıklara karşın pek çok benzerlik vardır. Kabilelerde hâlâ resmi olmayan, “eşitlikçi” bir yönetim söz konusudur. Bilgi de karar alma yetkisi de toplumun malıdır. Yeni Gine’nin dağ köylerinde köy toplantılarına tanık oldum, köyün bütün yetişkin insanları oradaydı, yerde oturuyorlardı, bazı kişiler konuşma yaptılar, oturumu yöneten bir “başkan” falan yoktu. Dağ köylerinin çoğunda “ulu kişi” olarak bilinen bir adam vardır, köyün en etkili kişisi. Ama bu doldurulması gereken resmi bir mevki değildir, sınırlı bir yetki söz konusudur. Ulu kişinin kendi başına karar alma yetkisi yoktur, bildiği diplomatik sır falan yoktur, halka ait kararları yönlendirmekten başka bir şey yapamaz. Ulu kişi bu sıfatı kendi nitelikleri sayesinde kazanır; babadan oğula geçmez.” (s. 365)
Şeflik
“Nüfus açısından şeflikler kabilelerden hayli büyüktü, nüfusları birkaç bin ile birkaç on bin arasında değişirdi. Bu büyüklük iç çatışmalara ciddi bir zemin oluşturuyordu, çünkü şeflikte yaşayan herhangi bir kimse için şeflikteki öteki insanların büyük bir çoğunluğu kendisiyle ne kan ne evlilik bağı olan, ne de adlarını bildiği kişilerdi. Aşağı yukarı 7500 yıl önce şefliklerin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar, tarihte ilk kez, yabancılarla düzenli olarak karşılaşmayı ve onları nasıl öldürmeleri gerektiğini öğrenmek zorunda kaldılar.” (s. 367)
“Genel olarak şefliklerden söz edip duruyoruz sanki hepsi birbirinin aynıymış gibi. Aslında şeflikler hayli büyük farklılıklar gösteriyordu. Daha büyük şefliklerde genellikle daha güçlü şefler, şef soyları arasında daha fazla sınıf farkı, şeflerle halk tabakası arasında daha büyük ayrımlar, şeflerin el koydukları şeylerde daha yüksek oranlar, bürokraside daha çok katman, kamuya ait daha görkemli yapılar söz konusuydu.” (s. 370)
“Yönetim biçimi merkezi olan ve eşitlikçi olmayan bütün toplumların ikilemini şefliklerin başlatmış olduğu artık apaçık ortaya çıkmış olmalı. İşin iyi yanı, şeflikler bireysel düzeyde sözleşmeye bağlanması olanaksız pahalı hizmetleri getirerek iyi bir şey yaptılar. Kötü yanı ise, hiç utanmadan hırsızkrasi biçiminde çalışmaları, zenginliği halktan alıp üst sınıflara aktarmalarıdır. Bu soylu ve bencil işlevler ayrılmaz biçimde birbiriyle iç içedir, ama bazı yönetimler bir işlevi ötekine göre çok daha fazla vurgular. Hırsızkrasiyi savunan biri ile bilge bir devlet adamı arasındaki fark, hırsız bir kral ile halkın iyiliğini düşünen bir kral arasındaki fark yalnızca bir derece farkıdır: Sorun, üretenlerden alınan haracın ne kadar büyük bir yüzdesinin kaymak tabakaya ayrılacağı, halkın yeniden dağıtılacak haracın ne kadarını kullanabileceği sorunudur.” (s. 370)
“İster bir şeflik olsun, ister bir devlet, herhangi bir sınıflı toplum için insan şunu sormalıdır: Halk kendi çileli emeğinin ürünlerinin hırsızkratlara aktarılmasına niçin göz yumuyor? Platon'dan Marx’a kadar çeşitli siyasal kuramcılar tarafından sorulan bu soru her çağdaş seçimde seçmenler tarafından bir kez daha sorulmaktadır. Halk desteği zayıf olan hırsızkrasiler ya ezilen halk tarafından ya da çalınan ürünlere karşılık daha fazla hizmet sözü vererek halkın desteğini kazanmak isteyen türedi hırsızkratlar tarafından alaşağı edilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Örneğin, Hawaii tarihi baskıcı şeflere karşı başkaldırılarla doludur, genellikle de o şeflerin yerini daha az baskıcı olacaklarına söz veren erkek kardeşleri alır. Eski Hawaii bağlamında bu bize komik gelebilir, ancak çağdaş dünyada bu tür savaşımların yol açtığı mutsuzlukları düşünürsek iş değişir.
Halktan çok daha rahat bir hayat sürdürürken halkın desteğini kazanmak için bir seçkinin ne yapması gerekir? Hırsızkratların tarih boyunca başvurdukları dört çözüm yolu vardır:
1 - Halkı silahsızlandırmak, seçkinleri silahlandırmak. Mızrakların, sopaların evde kolayca yapılabildiği çağlara göre, yüksek teknoloji silahlarının yalnızca sanayi kuruluşlarında üretilebildiği ve seçkinlerin tekelinde olduğu günümüzde bu çok daha kolaydır.” (s. 371)
2 - Toplanan haraçların çoğunu herkesin hoşuna gidecek şekilde dağıtarak kitleleri mutlu etmek.
3 - Genel düzeni koruyarak ve şiddeti durdurarak sahip olunan gücü insanların mutluluğu için kullanmak. Bu, merkezileşmiş toplumların merkezileşmemiş toplumlara göre büyük ve değeri anlaşılmayan bir üstünlüğüdür.
4 - Hırsızkratların halkın desteğini kazanmalarının son çaresi hırsızkrasiyi haklı çıkaracak bir ideoloji ya da din inşa etmeleridir.
Devlet
“İlk devletler (çok köyden oluşan) en belli başlı büyük şefliklerin pek çok özelliğini sürdürür. Obadan kabileye, kabileden şefliğe geçişte büyüyen nüfus hacmi devlete geçerken de büyür. Ancak şefliklerin nüfusu birkaç bin ile birkaç on bin arasında değişirken çağdaş devletlerin çoğunun nüfusu bir milyonu aşar.” (s. 374)
“En eski devletlerin pek çoğu, belki de büyük çoğunluğu köleliği şefliklere göre daha büyük boyutlarda benimsemişlerdi. Bunun nedeni şefliklerin yenilgiye uğrattıkları düşmanlarına karşı daha yumuşak yürekli olması değildi, devletlerde ekonomik uzmanlık artmış, seri üretim artmış, kamu görevleri çoğalmış, köle emeğinin kullanılmasını gerektiren alanlar da artmıştı. Buna ek olarak, devletlerin savaşlarının boyutları da büyüdüğü için alınan köle sayısı da büyümüştü.” (s. 375)
Devletin ortaya çıkması ile ilgili kuramlara değiniyor ve Aristoteles, Jean-Jacques Rousseau’nun kuramları ve diğer kuramlara değiniyor. Hepsinin devletin ortaya çıkma nedenleri ancak kısmi açıkladığını ifade ediyor.
Devletin ortaya çıkmasında en başlıca etmen şöyle: “Belli bir bölgedeki nüfus hacminin toplumsal karmaşıklığın biricik ön habercisi olması.”
Devletin ortaya çıkmasında etkili olan etmenler:
1 - Toplumdaki bireylerarasındaki çatışma sorunu.
2 - Nüfus artışıyla hep birlikte karar alma zorluğu
3 - Ekonomik kaygılar
4 - Nüfus yoğunluğu
Bütün bunları özetleyen cümle: “Anlaşmazlıkların çözümüyle, kararların alınmasıyla, ekonomiyle, mekânla ilgili nedenler büyük hacimli toplumların merkezileşmesi gereğini doğurmakta birleşir. Ama gücün merkezileşmesi, gücü elinde bulunduran, bilgi alma tekelini elinde tutan, kararları veren, malların yeniden dağıtımını yapanların, fırsatlardan yararlanmasının ve yakınlarını yararlandırmasının yolunu açar. Çağdaş insan öbekleşmelerini bilen herkes için bu çok açıktır. En eski toplumlar gelişirken merkezileşen gücü ele geçirenler yavaş yavaş kendilerini seçkinler olarak kabul ettirdiler, belki de onlar eşit düzeydeki köy klanları arasında ötekilere göre “daha eşit” duruma gelen bir klanın üyeleriydi.
Büyük hacimli toplumların oba düzenini sürdürmemelerinin, karmaşık hırsızkrasiler haline gelmelerinin nedenleri işte bunlardır.” (s. 386)
Ama bunlar tam ve yeterli açıklama ve etmenler değildir.
“Büyük kabileler arasında daha güçlü ulu kişilere, bunun sonucunda da daha geniş çaplı merkezileşmeye sahip olanlar genellikle daha küçük çaplı bir merkezileşmeye sahip olanlara göre üstün durumdadırlar. Anlaşmazlıkları Fayular gibi çok kötü bir biçimde çözen kabileler yeniden parçalanıp obalara bölünme eğilimi gösterirler, oysa kötü yönetilen şeflikler daha küçük şefliklere ya da kabilelere bölünürler. Anlaşmazlıkları çözmeyi, sağlıklı karar almayı, ekonomik anlamda uyumlu bir yeniden dağıtım yapmayı iyi beceren toplumlar daha iyi teknolojiler geliştirebilir, askeri güçlerini bir noktada toplayabilir, daha geniş, daha verimli toprakları ele geçirebilir ve daha küçük özerk toplumları tek tek ezebilir.” (s. 387)
“Böylece, belli bir karmaşıklık düzeyindeki toplumlar arasındaki yarış, eğer koşullar elverirse, toplumları bir sonraki karmaşıklık düzeyine genellikle taşıyabilir. Kabileler şeflik düzeyine ulaşmak için başka kabileleri ele geçirir ya da onlarla birleşirler, şeflikler şeflikleri ele geçirerek ya da onlarla birleşerek devlet büyüklüğüne ulaşır, devletler başka devletleri ele geçirerek ya da onlarla birleşerek imparatorlukları oluşturur.” (s. 387)
“Oysa birleşme iki şekilde olur: ya dış bir gücün tehdidiyle ya da gerçek bir fetihle. Bu iki yolu örnekleyen sayısız durum vardır.” (s. 387)
“Böylece yiyecek üretimi, toplumlar arasındaki yarış ve yayılma, en sonuncu nedenler olarak, ayrıntıda farklı ama hepsi de büyük hacimli yoğun nüfuslar ve yerleşik yaşamla ilişkili nedensellik zincirleri aracılığıyla, fetihlerde etkili olan en yakın nedenlerin ortaya çıkmasına yol açtılar: Mikroplar, yazı, teknoloji, merkezi siyasal örgütlenme. Bu en sonuncu nedenler farklı kıtalarda farklı şekilde geliştiği için fetihlerde etkili olan öğeler de öyle gelişti. Bu yüzden bu etkili öğeler genellikle birbiriyle ilişkili olarak ortaya çıktı ama aralarındaki ilişki kesin bir ilişki değildi” (s. 391)
11. Bölüm: Öldürücü Bir Armağan: Hayvan Varlığı
“Çiftçiler genellikle en kötü mikropları saçarlar, daha iyi silahları ve zırhları vardır, daha güçlü teknolojilere sahiptirler, fetih savaşları yapmayı daha iyi beceren okumuş yazmış seçkinleriyle merkezi bir yönetim altında yaşarlar.” (s. 252)
“Yakın tarihimiz boyunca insanların ölümüne yol açmış başlıca hastalıklar -çiçek hastalığı, grip, verem, sıtma, veba, kızamık ve kolera- hayvan hastalıklarının evrimleşmiş halidir, işin tuhafı bizim salgın hastalıklarımızın çoğunun nedeni olan mikropların büyük bir kısmı artık neredeyse yalnızca insanlarda görülür. Hastalıklar insanların ölüm nedenlerinin başında geldiği için tarihi biçimlendirmede de önemli rol oynamışlardır. II. Dünya Savaşı'na kadar savaşlarda ölenlerin çoğu savaş yaralarından değil savaşla taşınan hastalıklardan ölüyordu.” (s. 253)
Bu bölüm hastalıkların yayılması ve toplumları nasıl etkilediğini irdeliyor ve ayrıntılı bir şekilde üzerinde duruyor. Ayrıca mikropların nasıl ve neden yayıldığı konusu üzerinde duruyor. Mikropların yayılması ve insanlara bulaşması sonucu genetik bir eleme yaşanır. Mikroplara daha dirençli insanlar sağ kalırken, diğerleri doğal seçim sonucu elenir.
Bu bölümde ayrıca mikrop nedir, nasıl yayılır, nasıl hayvandan insana geçer ve nasıl değişime uğrar gibi konular ayrıntılı anlatılıyor. Bazı toplumlar uzun yıllar bir mikroba maruz kalmaları ve doğal seçim sonucu bu mikroplara karşı dayanıklı hale geldiği konusu işleniyor. En çok verilen örnek ise önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi Avrupalıların kendilerinin dirençli oldukları hastalıkları Amerika kıtasına getirmeleri sonucu, buradaki yerlilerin büyük bir bölümünün, hatta bazı kabilelerin tamamen hastalıklardan kırılmasıdır.
“Bu tür salgın hastalıklardan grip Amerikalıların çoğunun kişisel olarak tanıdığı bir hastalıktır, bazı yıllar özellikle kötü yıllar olur (ama grip virüsü için harika bir yıl). Kolera salgını daha uzun aralıklarla gelir, 1991 Peru salgını 20. yüzyılda Amerika’ya ulaşan ilk salgındır. Bugün kolera ve grip salgınları gazetelerin ilk sayfasına haber oluyor ama çağdaş tıbbın ortaya çıkışından önce salgın hastalıklar çok daha korkutucuydu, insanlık tarihinin en büyük salgını I. Dünya Savaşı’nın sonunda 21 milyon insanın ölümüne yol açan grip salgınıydı. Kara Ölüm (hıyarcıklı veba) 1346 ile 1352 tarihleri arasında Avrupa nüfusunun dörtte birinin ölümüne yol açtı, bazı kentlerde ölüm oranı % 70’i buluyordu. 1880’lerin başlarında Kanada Pasifik Demiryolları’nın inşası sırasında, Saskatchewan’dan geçen raylar döşenirken, daha önce beyazlarla ve beyazların mikroplarıyla pek karşılaşmamış olan o bölgenin Amerikan yerlileri her yıl % 9 gibi inanılmaz bir oranla tüberkülozdan öldüler.” (s. 260)
Kalabalık nüfusu etkileyen salgın hastalıklar büyük nüfuslar ortaya çıkmadan önce görülmedi. Çünkü az nüfuslu ve diğer toplumlarla az ya da hiç bağı olmayan toplumlarda görülen bir hastalık en fazla o toplumu etkiler ve biter. Ama kalabalık ve birbiri ile sürekli etkileşimde olan toplumlarda bir mikrop, çok geniş bir bölge ve nüfusa yayılarak çok sayıda insanın hastalanmasına ve ölmesine yol açabilir.
“Az nüfuslu toplumlara özgü bütün bu tür hastalıklar insanlığın en eski hastalıklarıdır. Toplam insan nüfusunun çok az ve parçalı olduğu, insanın ilk evrim tarihinin milyonlarca yılı içinde geliştirdiğimiz ve tahammül edebildiğimiz hastalıklardı bunlar. Ayrıca bizim en yakın yaban akrabamız olan Afrika insansımaymunu için de aynı ya da benzeri hastalıklar söz konusudur. Buna karşılık daha önce tartışmış olduğumuz kalabalık hastalıkları, kalabalık ve yoğun nüfuslu insan toplulukları ortaya çıkmadan görülemezdi. Nüfus artışı 10.000 yıl önce tarımın ortaya çıkışıyla başladı, daha sonra üç beş bin yıl önce şehirlerin doğuşuyla hızlandı. Aslında tanıdığımız bulaşıcı hastalıkların çoğunun kanıtlarla belirlenen tarihleri şaşırtıcı derecede yakın tarihlerdir: Çiçek hastalığı için (bir Mısır mumyasının çiçekbozuğu yüzünden anlaşıldığına göre) aşağı yukarı MÖ 1600, kabakulak için MÖ 400, cüzam için MÖ 200, çocuk felci için MS 1840, AIDS için 1959.”(s. 263 - 264)
Mikropların yayılmasına birkaç örnek:
“Daha önce Avrasya mikroplarıyla hiç karşılaşmamış olan ve bu mikroplar yüzünden ölen insanların oranı toplamda % 50 ile % 100 arasında değişir. Örneğin, Hispaniola yerli nüfusu, MS 1492’de Kolomb geldiği zaman, 8 milyondan 1535’te sıfıra düştü. 1875’te Avustralya’yı ziyaretten dönen bir Fiji şefi Fiji'ye kızamığı getirdi, (1791 de Avrupalıların ilk ziyaretiyle başlayan salgın hastalıklar yüzünden Fijililerin çoğu öldükten sonra) o tarihte hâlâ hayatta olan Fijililerin dörtte biri kızamıktan öldü. Kaptan Cook ile birlikte gelen frengi, belsoğukluğu, verem ve gripten sonra 1804’te görülen büyük bir tifo salgını ile birlikte sayısız "küçük'' salgınla Hawaii’nin nüfusu 1779’da yarım milyon iken, çiçek hastalığının Hawaii'ye ulaştığı ve hayatta kalanlardan 10.000'inin ölümüne yol açtığı 1853 yılında 84.000’e düştü. Bu örnekler neredeyse böyle sonsuza kadar uzatılabilir.
Yine de mikroplar yalnızca Avrupalıların lehine çalışmamıştır. Yeni Dünya’da ve Avustralya’da Avrupalıları bekleyen, oraların kendi yerel salgın hastalıkları yoktu ama Tropik Asya’da, Afrika’da, Endonezya’da, Yeni Gine’de pekâlâ vardı. Eski Dünya’nın tropik kuşağında sıtma, Güneydoğu Asya’nın tropik bölgesinde kolera, tropik Afrika’da sarıhumma bir zamanlar insanları kırıp geçirmekle ünlü hastalıklardı (ve hâlâ da öyle). Avrupalıların tropik bölgeleri sömürgeleştirmelerini zora sokan en ciddi engel bu hastalıklardı ve Avrupalıların Yeni Dünyayı bölüp parçaladıktan ancak 400 yıl sonra Yeni Gine'yi ve Afrika’nın büyük bir bölümünü parçalayabilmelerinin nedeni de buydu. Dahası, sıtma ile sarıhumma, Avrupalıların gemi trafiğiyle bir kez Amerika kıtalarına ulaştıktan sonra Yeni Dünya’nın tropik bölgelerinin de sömürgeleştirilmesini zora sokan başlıca engel haline geldi. Fransızların Panama Kanalı girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasında bu iki hastalığın oynadığı rolü biliyoruz, Amerikalıların sonunda başarılı olan girişimi de neredeyse bunlar yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmak üzereydi.” (s. 275)
Kitabın üzerinde durduğu asıl sorunlardan birinin cevabı olan mikrop ve bazı toplumları nasıl hastalıklara daha dayanıklı kılarak, diğer toplumları daha rahat istila etmesine yol açtığı ile ilgili bölümün kısaca özeti işe şöyle:
“Hiç kuşku yok ki Avrupalılar egemenlikleri altına aldıkları Avrupalı olmayan halklar karşısında silah, teknoloji ve siyasal örgütlenme açısından büyük bir üstünlüğe sahipti. Ama yine de çok az sayıdaki Avrupalı göçmenin Amerika kıtalarındaki ve dünyanın başka yerlerindeki onca yerel nüfusu yok etmeyi başarmasını bu üstünlükle açıklayamayız. Avrupalıların öteki kıtalara götürdükleri bu armağan olmasaydı -Avrasyalıların evcil hayvanlarla nicedir içli dışlılığı sonucunda evrimleşmiş mikroplar olmasaydı- bunların hiçbiri olmayabilirdi.” (s. 276)
12. Bölüm: Kopyalar ve Ödünç Harfler
Yazı, insanlığın bulduğu ve geliştirdiği en önemli teknolojidir. Harfler, alfabeler ve yazı olmadan şu an sahip olduğumuz teknolojinin hiç birisine sahip olamazdık. Yazı insanın sahip olduğu bilgiyi, daha sonraki nesillere aktarmasına, bunun sonucu bir bilgi birikimi ve yine de bunun etkisiyle de büyük icatlar ve teknolojilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu bölüm de yazının ortaya çıkma serüvenini anlatıyor.
“İslamiyetin ve Avrupa sömürgeciliğinin yayılışına kadar Avustralya’da, Büyük Okyanus Adaları'nda, Afrika’da Sahra’nın güneyinde, Mezoamerika’nın küçük bir bölgesi dışında Yeni Dünya’nın bütününde yazı diye bir şey yoktu. Bu sınırlı dağılımın sonucu olarak da uygar olmakla öğünen halklar her zaman yazıyı kendilerini “barbarlar"dan ya da “vahşi”lerden üstün kılan en önemli ayırıcı özellik olarak görmüşlerdi.” (s. 277)
“Bilgi güç demektir. Bu yüzden de yazı, çok daha uzak ülkelere ve çok daha eski zamanlara ait çok daha fazla bilgiyi çok daha sağlıklı ve çok daha ayrıntılı bir biçimde aktarma olanağı verdiği için çağdaş toplumlara güç kazandırır.” (s. 278)
“Yazı, fetihlerin çağdaş bir aracı olarak tüfeklerle, mikroplarla ve merkezileşmiş yönetimlerle el ele yürüdü. Sömürge edinmek üzere yola koyulacak filoları hazırlayan tacirlerin ve hükümdarların buyrukları yazılı olarak iletiliyordu. Filolar daha önceki keşif yolculukları sırasında hazırlanmış haritalara ve yazılı seyrüsefer talimatlarına bakarak rotalarını saptıyorlardı. Daha önceki keşif yolculuklarının hikâyelerinin anlatıldığı, kâşifleri bekleyen zenginliklerden, verimli topraklardan söz eden yazılı belgeler başka insanları da harekete geçiriyordu. Bu hikâyeler daha sonraki kâşifleri kendilerini hangi koşulların beklediği konusunda bilgilendiriyor ve onların hazırlanmalarına yardımcı oluyordu. Sonuçta kurulan imparatorluklar yazının yardımıyla yönetildi. Okuryazarlık öncesi toplumlarda bütün bu tür bilgiler başka araçlarla da olsa aktarılıyordu ama yazı bu aktarımı daha çok kolaylaştırmış, daha ayrıntılı, daha sağlıklı, daha inandırıcı bir biçimde yapılmasını sağlamıştı.” (s. 278)
Bu bölüm yazının gelişimini ele alıyor ve en başta da şu soruları soruyor: “Peki, bu kadar önemli olan yazıyı niçin bazı halklar geliştirdi de bazıları geliştiremedi? Örneğin, o geleneksel avcı/yiyecek toplayıcı halklar arasında niçin hiç yazıyı geliştireni ya da sahipleneni çıkmadı? Ada imparatorlukları arasında yazı niçin Minos Uygarlığı'na ait Girit’te geliştirildi de Polinezya Tongasında geliştirilmedi? İnsanlık tarihinde yazı kaç ayrı kez, hangi koşullar altında, ne için kullanılmak üzere geliştirildi? Yazıyı bulan halklar arasında niçin bazıları ötekilerden çok daha önce buldu? Örneğin, bugün Japonların ve İskandinavların büyük çoğunluğu okuryazardır ama çoğu Iraklı değildir: Peki, yazı niçin yaklaşık dört bin yıl önce Irak'ta ortaya çıktı?” (s. 278)
“Tartışmaya yer bırakmayacak şekilde yazının bağımsız olarak icat edildiği iki yer vardı, biri Mezopotamya, öteki Meksika; Mezopotamya’da Sümerler MÖ 3000 yılında, Meksika yerlileriyse MÖ 600 yılında icat etmişlerdi; MÖ 3000 yılındaki Mısır yazısı ile (MÖ 1300 öncesi) Çin yazısı da bağımsız olarak icat edilmiş olabilir.” (s. 281)
“Ayrıntılarıyla araştırıp ortaya çıkarabildiğimiz bağımsız icat olarak tarihin en eski yazı sistemi, Sümer çiviyazısıdır.” (s. 281)
Yazı Mezopotamya’da ortaya çıkmış ve etkileşimde bulunduğu yakın çevreyi de etkileyerek yeni yazıların çıkmasına örnek oluştur. Bu yazıdan etkilenen bölgeler buradan aldıkları yazıyı kopyalayarak, geliştirerek, değiştirerek kendi ihtiyaçlarına uygun yazılar geliştirmişlerdi.
“Daha sonra ele almak üzere Mısır, Çin, Paskalya Adası yazısını dışarıda tutarsak, dünyanın neresinde, hangi tarihte geliştirilmiş olursa olsun bütün yazı sistemleri Sümer ya da eski Mezoamerika yazılarının ya değişiklik geçirmiş halleriydi ya da hiç değilse onlardan alınan ilhamla ortaya çıkmıştı. Yazının bu kadar az yerde başlamış olmasının bir nedeni, daha önce tartıştığımız gibi, bunun çok güç bir icat olmasıydı. Bir ikinci nedense, Sümer ve eski Mezoamerika yazısı ile onların türevlerinin öncelik hakkının, yazının bağımsız olarak daha başka yerlerde de icat edilmesi olasılığını ortadan kaldırmalarıdır.” (s. 287)
“Günümüzde uzman dilciler, yazısız diller için kopya yöntemiyle yazı sistemleri tasarımlıyorlar. Böyle ısmarlama sistemlerin çoğu mevcut alfabeler üzerinde yapılan değişikliklerle oluşuyor ama bazıları da hece yazımıyla geliştiriliyor. Örneğin, misyoner dilciler yüzlerce Yeni Gine ve Yerli Amerikan diline Latin alfabesini uyarlamak için çalışıyor. Türkiye'nin 1928'de kabul ettiği Latin alfabesini devletin resmi dilcileri Türkçe yazıma uyarladılar, aynı şekilde Kiril alfabesi de Rusya'daki pek çok kabile diline uyarlanmıştır.
Çok eski geçmişte kopya yöntemiyle yazı sistemleri oluşturmuş birkaç kişiyle ilgili bir şeyler de biliyoruz. Örneğin, (bugün hala Rusya'da kullanılan) Kiril alfabesinin kökeni MS dokuzuncu yüzyılda Slavların ülkesine giden Yunan misyoner Aziz Kyrillos'un icadı olan, Yunan ve İbrani harflerinin bir uyarlamasına dayanmaktadır. Bir Germen dilinde - İngilizce de bu dil ailesindendir- günümüze kadar kalmış ilk metinler Gotik alfabesiyle yazılmıştır. Gotik alfabesinin mucidi Piskopos Ulfilas'tır. Ulfilas, bugün Bulgaristan'ın bulunduğu yerde MS dördüncü yüzyılda Vizigotlarla birlikte yaşamış bir misyonerdi. Aziz Kyrillos'un icadı gibi Ulfilas'ın alfabesi de çeşitli kaynaklardan alınmış harflerden oluşan bir karışımdı. İçinde 20 kadar Yunan harfi, 5 kadar Latin harfi vardı, harflerin iki tanesi de ya Germen alfabesinden alınmıştı ya da onları Ulfilas'ın kendisi uydurmuştu.” (s. 289 - 290)
“En eski Sami alfabesinden başlayarak süren bu kopyalama ve evrimsel değişiklik çizgisi en eski Arap alfabesi aracılığıyla bugünkü çağdaş Etiyopya alfabesine ulaşarak orada son bulur. Pers İmparatorluğu'nda resmi belgelerde kullanılan Arap alfabesi aracılığıyla sürmüş olan çok daha önemli bir gelişim çizgiyse çağdaş Arap, İbrani, Hint, Güneydoğu Asya alfabeleriyle noktalanmıştır. Ama Avrupalı ve Amerikalı okurların en iyi bildikleri gelişim çizgisi MÖ sekizinci yüzyıl başlarında Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara, oradan da aynı yüzyılda Etrüsklere, bir sonraki yüzyılda, alfabeleri küçük değişikliklerle bu kitabın basılması için kullanılmış olan Romalılara kadar uzanan çizgidir.” (s. 292)
Yazının ortaya çıkmasının, kopyalama yönteminde farklı bir yöntemi daha var. O da yazı düşüncesinin yayılması yöntemiyle geliştirilen yazılar. Bu daha çok bir bölgede geliştirilen yazı fikri, başka bir bölgeye ulaşıyor ve o bölge bu fikri alarak kendi yazısını geliştiriyor. Kitapta bunlara Çeroki ve Kore yazısı örnek olarak veriliyor ve ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.
“İlk yazıların kullanım alanlarının ve kullanıcıların sayısının sınırlı olması insanlık tarihinde yazının niçin bu kadar geç ortaya çıktığı konusunda bize fikir verir. Bağımsız olarak icat edilmiş olma olasılığı ya da olanağı bulunan yazıların (Sümer, Meksika, Çin, Mısır yazılarının) hepsi, bu icat edilmiş sistemlerin bütün ilk uyarlamaları (örneğin, Girit'teki, İran'daki, Türkiye'deki, İndus Vadisi'ndeki, Maya bölgesindeki), karmaşık ve merkezi siyasal kurumları olan, toplumsal bakımdan katmanlı toplumlar gerektiriyordu, bu toplumların yiyecek üretimiyle ilişkilerini daha sonraki bir bölümde inceleyeceğiz. İlk yazı (kayıt tutmak, krallık propagandası gibi) o siyasal kurumların gereksinimlerine hizmet etti, yazıyı kullananlar yiyecek üreten köylülerin yetiştirdikleri depolanmış yiyecek fazlasıyla beslenen tam zamanlı bürokratlardı. Avcı/yiyecek toplayıcı toplumlar hiçbir zaman ne kendileri yazı diye bir şey geliştirdiler ne de başkalarından aldılar, çünkü ilk yazının kullanılacağı kurumlardan da yoksundular, yazıcıları beslemek için yiyecek fazlası üretmeye yarayacak toplumsal ve tarımsal düzeneklerden de.” (s. 302 - 303)
13. Bölüm: İhtiyacın Anası
Bu bölüm, Phaistos diskinin bulunuşu ve gizemlerini anlatarak başlıyor. Diskin önemi ise şundan ileri geliyor.
“Phaistos diski insanoğlunun bir sonraki adımının öncüsü, ilk basım girişimiydi, matbaacılıkta da aynı şekilde kesme matbaa harfleri ya da bloklar kullanılmıştı ama kâğıt üzerine ve mürekkeple basılıyordu, mürekkepsiz ve kil üzerine değil. Bununla birlikte o bir sonraki adım Çin’de 2500, ortaçağ Avrupasında daha da geç, 3100 yıl sonrasına kadar atılmadı.” (s. 309)
“Bu bölümde nihayet bu kitabın temel sorusunu ele alacağız: Farklı kıtalarda teknoloji niçin farklı hızlarda gelişti?” (s. 310) diye soruyor yazar ve genel kanı olan “teknolojilerin bir ihtiyaca binaen ortaya çıktığı” düşüncesinden başlıyor. Sonra bunun aslında böyle olmadığını, teknolojinin gelişmesinden ilginç örnekler vererek devam ediyor.
“Tartışmamıza bir deyişle, o deyişte dile getirilen bir görüşle başlayacağız: “İcadın anası ihtiyaçtır." Yani, varsayımsal olarak icatlar toplumun giderilemeyen bir ihtiyacı olduğu zaman yapılır: Bir teknolojinin yetersiz ya da sınırlayıcı olduğu herkesçe kabul edilmektedir. Olası mucitler, para ya da ün kazanma umuduyla güdülenerek o ihtiyacı saptar ve karşılamaya çalışırlar. Sonunda bir mucit, mevcut yetersiz teknolojiden daha üstün bir çözümle ortaya çıkar. Çözüm toplumun değerleriyle ve başka teknolojileriyle uyuşuyorsa toplum çözümü benimser.
İcadın anasının ihtiyaç olduğu yönündeki sağduyulu görüşe gerçekten uyan hayli az icat vardır. 1942 de, II. Dünya Savaşanın ortasında, ABD hükümeti atom bombasını yapmak için gerekli teknolojiyi Almanlar bulmadan önce bulmak gibi açık bir amaçla Manhattan Projesi'ni oluşturdu. Proje üç yıl içinde başarıya ulaştı, maliyeti 2 milyar dolardı (bugünün parasıyla 20 milyar dolar). Bunun dışında anılması gereken icatlardan biri Amerika Birleşik Devletlerinde yetişen ve çok zahmetli bir şekilde elle ayrılan pamuğun çekirdeklerini ayırmak için Eli Whitney’in 1794’te icat ettiği çırçır, ötekiyse James Watt’ın İngiliz kömür madenlerinden su pompalama sorununu çözen 1769’daki icadı buharlı makinedir.
Bu iyi bilinen örnekler bizi yanıltır, öteki önemli icatların da fark edilen ihtiyaçları gidermek amacıyla yapıldığını düşünürüz. Aslında icatların pek çoğu ya da büyük çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin eseriydi, onların kafalarındaki ürüne başlangıçta hiçbir talep yoktu. Bir şey icat edildikten sonra mucidin o şey için bir uygulama alanı bulması gerekiyordu. Ancak uzunca bir süre kullanıldıktan sonra tüketiciler o şeye “ihtiyaçları" olduğunu hissetmeye başlıyorlardı. Yine, bir tek amaca hizmet etmek üzere icat edilmiş şeylerin başka, öngörülmemiş amaçlar için yararları daha sonra anlaşılıyordu. Ne işe yarayacağı belli olmayan şeyler arasında uçaktan otomobile, içten yanmalı motorlardan elektrik ampulüne, pikaptan transistora kadar yakın çağların belli başlı teknolojik icatlarının bulunduğunu öğrenmek sizi şaşırtabilir. Çoğu kez icat ihtiyacın anasıdır, ihtiyaç icadın değil.” (s. 311 - 312)
Devamında burada anlattığı olaylarla ilgili örnekler veriyor.
“Mucitler toplumdan gelen bir talep olmadığında çoğu kez uzun süre tamirciliği elden bırakmamak zorundadırlar, çünkü ilk modeller hiçbir işe yaramayacak kadar kötü çalışır. İlk fotoğraf makineleri, daktilolar, televizyonlar Otto'nun iki metre boyundaki benzinli motoru kadar korkunçtu. Bu bakımdan bir mucidin elindeki o korkunç ilk örneğin sonunda bir gün bir işe yarayıp yaramayacağını ve dolayısıyla onu geliştirmek için daha fazla emek ve para gerekip gerekmediğini önceden kestirmesi güçtür.” (s. 313)
“Aslında çağdaş icatların en ünlüleri ve görünüşte en belirleyicileri için bile ileri sürülen “Falan şeyi falanca icat etti,” gibi çıplak bir iddianın gerisinde o icadın göz ardı edilen ilk habercileri yatmaktadır. Örneğin, bize hep “James Watt buharlı makineyi 1769’da icat etti, ” denir; güya bir çaydanlığın emziğinden çıkan buharı seyrederek ondan esinlenmiş. Bu harika öykü iyi hoş ama Watt’ın kafasında aslında kendi buharlı makine düşüncesi Thomas Newcomen’ın bir buharlı makine modelini tamir ederken doğdu, Newcomen o makineyi 57 yıl önce icat etmişti ve Watt’ın tamir ettiği zamana gelinceye kadar İngiltere’de söz konusu makineden yüzden fazla üretilmişti. Beri yandan Newcomen’ın buharlı makinesi de İngiliz Thomas Savery’nin 1698 patentli makinesine dayanıyordu, Savery'ninki 1680 dolaylarında Fransız Denis Papin’in tasarımladığı (ama yapmadığı) buharlı makineye dayanıyordu, Papin’inki ise Hollandalı bilim adamı Christiaan Huygens ve başkalarının düşüncelerinden esinlenmişti. Newcomen’ın makinesini (makineye ayrı bir buhar yoğunlaştırıcı ve iki yönlü çalışan bir silindir ekleyerek) Watt’ın büyük oranda geliştirdiğini yadsımak anlamına gelmiyor bu ama Newcomen da Savery'ninkini hayli geliştirmişti.” (s. 314)
“Benim çıkardığım iki temel sonuç var: Birincisi, teknoloji toplam olarak gelişen bir şey, tek tek kahramanların eylemleriyle değil; İkincisi, teknoloji öngörülmüş bir gereksinimi karşılamak için icat edilmiyor, icat edildikten sonra kullanım alanı bulunuyor. Bu sonuçlar hiç kuşkusuz geçmiş çağlardaki belgelenmemiş teknoloji için daha da geçerli. Buzul Çağı avcılarının ve yiyecek toplayıcılarının ocaklarında yanmış kum ile kireçtaşı kalıntılarını gördükleri zaman, uzun yıllar sürecek hiç akla gelmedik nice icatlardan sonra bu işin sonunun (MÖ 4000 dolaylarında) ilk kez sırlanan nesnelere, (MÖ 2500 dolaylarında) Mısır ve Mezopotamya’da bir yere yapışık olmayan ilk cam eşyalara, (MÖ 1500 dolaylarında) ilk cam kaplara, (MS 1 dolaylarında) Roma'daki cam pencerelere varacağını düşünmelerine olanak yoktu.” (s. 315)
Gelin işe aynı toplumda çeşitli icatların kabul edilirlik derecelerini karşılaştırarak başlayalım. Kabul edilirliği etkileyen en az dört neden göreceğiz.
1 - Birinci ve en açık etken mevcut teknolojiyle karşılaştırıldığı zaman ortaya çıkan göreli ekonomik üstünlüktür.
2 - İkinci bir kaygı da toplumsal değer ve saygınlıktır, bu (ya da bunun eksikliği) ekonomik yararın önüne geçebilir.
3 - Yine bir başka etmen kazanılmış haklara uygunluktur.
4 - Yeni teknolojilerin kabul edilmesini etkileyen son etmen yararlarının kolayca görülüp görülmemesiyle ilgili.
“Böylece, tekerlek, tasarımcının imzasını taşıyan kotlar, QWERTY klavyeleri, aynı toplumun bütün icatlara eşit derecede açık olmayışının gerisinde yatan çeşitli nedenleri örnekliyor. Beri yandan aynı icadı kabul etme konusunda çağdaş toplumların tutumu da büyük farklılıklar gösteriyor. Üçüncü Dünya’nın köylü toplumlarının batılılaşmış sanayi toplumları kadar yeniliklere açık olmadığı genellemesini bilmeyenimiz yok. Sanayileşmiş ülkeler dünyasında bile bazı bölgeler ötekilere göre çok daha açık. Kıtalar düzeyinde de bu tür farklılıklar varsa teknolojinin bazı kıtalarda ötekilere göre niçin daha hızlı geliştiği açıklanabilir. Örneğin, Avustralya’nın yerli toplumlarının hepsi herhangi bir nedenle her zaman değişikliğe direniyorduysa, bütün öteki kıtalarda metal aletler ortaya çıktıktan sonra hâlâ taş aletler kullanmaya devam etmelerinin açıklaması bu olabilirdi.” (s. 320)
Toplumlar arasında yeniliğe açıklık farkları nasıl ortaya çıkıyor? Teknoloji tarihçileri en azından 14 açıklayıcı etmenden oluşan uzun bir liste sunuyorlar.
“Birincisi ortalama ömür uzunluğudur. Yani ilke olarak, olası mucitlerin gerekli teknik bilgi birikimini sağlayabilmeleri için zamana gereksinimleri vardır; aynı zamanda, çok geç sonuç veren uzun gelişim programları üzerinde çalışmaya başlayabilmek için sabır ve güvenliğe. Bu yüzden de çağdaş tıp sayesinde çok fazla artmış olan ömür ortalaması yakın zamanlardaki icatların artmasına katkıda bulunmuş olabilir.” (s. 320 - 321)
“Daha sonraki beş etmen ekonomiyle ve toplumun örgütlenme biçimiyle ilgilidir: (1) Klasik çağlarda kölelerin emeğinin ucuz olması görünüşe bakılırsa yenilikleri baltalıyordu, oysa şimdi ücretlerin yüksek oluşu ya da insan emeği açığı, teknolojik çözüm arayışlarını kamçılıyor.” (s. 321)
(2) Mucitlerin sahiplik haklarını koruyan patent ve öteki telif hakları yasalarıyla çağdaş Batı’da yeniliklere kanat gerilirken çağdaş Çin'de bu tür bir korumanın olmaması yenilik heveslerini kırıyor. (3) Çağdaş sanayi toplumları teknik eğitime büyük olanaklar sağlamaktadır, ortaçağda İslam âlemi de öyle yapmıştı, çağdaş Zaire'yse yapamıyor. (4) Çağdaş kapitalizm teknolojik gelişmeye para yatırmayı özendirecek şekilde örgütlenmiştir, eski Roma ekonomisi böyle değildi. (5) Amerikan toplumundaki güçlü bireycilik başarılı mucitlerin kendi kazançlarını kendilerine saklamalarına izin verir, oysa Yeni Gine'deki güçlü aile bağları, para kazanmaya başlayan birinin onlarca akrabasının kendilerini evine alması, karınlarını doyurması, ceplerine para koyması beklentisiyle kapısına dayanmalarını sağlama alır.” (s. 321)
“Öne sürülen bundan sonraki dört açıklama ekonomiyle ya da örgütlenmeyle ilgili olmaktan ziyade ideolojiktir: (1) Yeni bir icatta bulunma çabasının temelinde yatan zarara uğrama tehlikesini göze alma davranışı bazı toplumlarda ötekilere göre daha yaygındır. (2) Bilimsel bakış Aydınlanma sonrası Avrupa toplumlarının biricik özelliğidir, Avrupa’nın bugünkü teknolojik üstünlüğüne bunun önemli katkısı olmuştur. (3) Görüş ve inanış farklılıklarına gösterilen hoşgörü yenilikleri besler, oysa (Çin’de eski Çin klasikleri üzerindeki ısrarda olduğu gibi) güçlü geleneksel bakış yenilikleri boğar. (4) Dinlerin teknolojik yenilikler karşısındaki tutumları büyük değişiklikler gösterir: Musevilik’in ve Hıristiyanlık’ın bazı kollarının teknolojiyle arasının özellikle iyi olduğu, İslam’ın, Hinduizm’in, Brahma dininin bazı kollarınınsa özellikle olmadığı söylenir.” (s. 321 - 322)
“Bu on varsayımın hepsi doğru olabilir. Ama bunların hiçbirinin coğrafyayla zorunlu bir ilişkisi yoktur. Patent hakları, kapitalizm, bazı dinler gerçekten de teknolojinin gelişimini sağlıyorsa, ortaçağ sonrası Avrupasında bunlar yönünde tercih yapılmasına, Çin’de ya da Hindistan’da yapılmamasına yol açan şey nedir?
“Bu on etmenin hiç değilse teknolojiyi hangi yönde etkilediği apaçık ortadadır. Önerilen etmenlerden geriye kalan dört tanesi -savaş, merkezi yönetim, iklim ve kaynak bolluğu- tutarlı davranmazmış gibi görünüyor: Bazen teknolojiyi teşvik ediyor, bazen engelliyorlar. (1) Tarih boyunca savaş genellikle teknolojik yeniliklerin başlıca nedeni olmuştur. Örneğin, II. Dünya Savaşı sırasında nükleer silahlara, I. Dünya Savaşı sırasında uçaklara ve kamyonlara yapılan dev yatırımlar bütün yeni teknoloji alanlarını ateşledi. Ama savaşlar aynı zamanda teknolojiyi önemli ölçüde engelleyebilir de. (2) Merkezi yönetim 19. yüzyılda Almanya’da ve Japonya’da teknolojik patlamaya yol açarken Çin’de MS 1500'den sonra teknolojiyi yok etti. (3) Kuzey Avrupalıların çoğu, teknolojisiz yaşamanın olanaksız olduğu sert iklimli bölgelerde teknolojinin geliştiği, fazla giyim kuşama gerek bırakmayan, ağaçlardan güya muzların yağdığı iyi iklimli bölgelerdeyse gelişme gösteremediği kanısındadırlar. Bunun tam tersi bir görüşe göreyse, çevre koşullarının iyi olduğu bölgelerde yaşayan insanlar varlıklarını sürdürebilmek için sürekli savaşmak zorunda değildirler, bir şeyler icat etmekle uğraşma olanakları vardır. (4) Çevre kaynaklarının bolluğunun mu yoksa kıtlığının teknolojiyi ateşlediği konusunda da tartışmalar vardır. Kaynakların bolluğu, bu kaynakları kullanacak olan teknolojilerin gelişmesinde etkili olabilir, örneğin fazla yağış alan, pek çok ırmakların bulunduğu Kuzey Avrupa’da su değirmeni teknolojisinin geliştirilmesi gibi -peki ama su değirmeni teknolojisi daha da yağışlı olan Yeni Gine’de niçin gelişmedi? Britanya’da kömür teknolojisinin gelişmesinin nedeni olarak orada ormanların yok edilmiş olması ileri sürülür ama ormansızlaşma Çin’de niçin aynı etkiyi yaratmadı ?” (s. 322 - 323)
Aynı kıta ve bölgede olan toplumların teknolojileri farklı şekillerde benimsemesine örneklerle devam ediyor.
“O halde, icatlar yapma ve icatları kabul etme bakımından aynı kıtanın üzerinde bile topluluklar farklılık gösterir. Öte yandan aynı toplum da zamanla değişiklik gösterebilir. Bu günlerde Ortadoğu'daki Müslüman toplumlar göreceli olarak tutucu, teknolojide ön saflarda yer almıyorlar. Ama ortaçağda aynı bölgedeki Müslümanlar teknoloji bakımından ileriydiler, yeniliklere açıktılar. Çağdaş Avrupa'dakinden daha yüksek okuryazarlık oranına ulaşmışlardı; Eski Yunan uygarlığının mirasını öylesine özümlemişlerdi ki bugün biz Eski Yunan’a ait kitapların çoğunu Arapça kopyaları aracılığıyla tanıyoruz; yel değirmenlerini, trigonometriyi, üç köşeli yelkenleri geliştirdiler ya da icat ettiler; metal sanayiinde, mekanik mühendislikte, kimya mühendisliğinde, sulama yöntemlerinde önemli adımların atılmasına öncülük ettiler; Çin'den barutu ve kâğıdı alıp Avrupa’ya aktardılar. Ortaçağda teknoloji akışının yönü bugünkü gibi Avrupa'dan İslam âlemine doğru değil, büyük oranda İslam âleminden Avrupa’ya doğruydu. Ancak MS aşağı yukarı 1500 yılından başlayarak bu akışın yönü yüz seksen derece değişti.” (s. 325 - 326)
“Bizlerse tam tersine, teknolojik yenilikler bakımından çağdaş dünyaya Batı Avrupa toplumlarının ve Avrupa’dan türeme Kuzey Amerika toplumlarının öncülük ettiğini sanırız, ama ortaçağ sonlarına kadar teknoloji Eski Dünya’nın herhangi bir "uygar" bölgesindekine göre Batı Avrupa’da daha az gelişmiş durumdaydı.” (s. 326)
“O halde, genel olarak yenilikçi toplumların yaşadığı kıtalar, genel olarak tutucu toplumların yaşadığı kıtalar diye bir şey yoktur. Her kıtada, belli bir zamanda tutucu toplumlar da vardır, yenilikçi toplumlar da vardır. Ayrıca yeniliğe açıklık eğilimi aynı bölgede zaman içinde dalgalanma gösterebilir.” (s. 326)
“Bazı icatlar doğrudan doğruya doğal hammaddenin el altında olmasıyla ilgilidir. Bu tür icatlar dünya tarihinde pek çok kereler, farklı yerlerde ve zamanlarda yapılmıştı.” (s. 327)
“Çok işe yarar bir icat bir toplumda ortaya çıktığı zaman bu icat genellikle iki şekilde yayılır. Biri, o icadı gören ya da duyan başka toplumların beğenip almalarıdır. İkincisi, icadın yapıldığı toplum karşısında o icattan yoksun toplumlar kendilerinin zayıf kaldıklarını görürler, bu zayıflık yeterince önemliyse o topluma yenik düşerler, yerlerini onlara bırakırlar.” (s. 328)
Teknolojilerin bir topluma gelmesi ve unutulmasına en çarpıcı örnek kitapta Japonların Avrupalılardan ilkel tüfekleri alıp daha gelişmiş tüfekler üretmesi ile ilgili veriliyor. Ancak Japonya’nın geliştirdiği tüfek teknolojisi Samurai geleneğinin baskısı ile neredeyse yasaklanıyor ve sonra da kullanılmaz duruma geliyor. Bu durum Japonların ABD’nin ateşli silah gücüyle karşı karşıya kalmasına kadar devam ediyor.
“Şimdi şu üç etmen konusundaki farklılıkların -yiyecek üretiminin başlama tarihinin, yayılmayı önleyen engellerin, nüfus büyüklüğünün- kıtalararasında gözlemlenen teknolojik gelişme farklılıklarına nasıl doğrudan doğruya yol açtığını özetleyelim. Avrasya (aslında Kuzey Afrika da içinde olmak üzere) dünyadaki en büyük kara parçasıdır, üzerinde birbiriyle yarışan en çok sayıda toplumu barındırır. Yiyecek üretiminin ilk kez başladığı iki merkez de bu kara parçası üzerindedir: Bereketli Hilal ve Çin. Ana ekseninin doğu-batı yönünde olması, Avrasya’nın bir köşesinde benimsenmiş pek çok icadın Avrasya’nın başka yerlerinde benzer enlemlerde, benzer iklimlerde yaşayan toplumlara bir oranda hızlı bir biçimde yayılmasına olanak vermiştir. Güney-kuzey ekseni yönündeki genişliği Amerika kıtalarının Panama Kıstağı'ndaki darlığıyla karşıtlık oluşturur. Amerika ve Afrika’nın ana eksenleriyle kesişen aşılmaz çevresel engeller orada yoktur. Sonuç olarak Avrasya’da teknolojinin yayılmasını önleyecek coğrafi ve çevresel engeller öteki kıtalardakilere göre daha aşılabilir cinsindendir. Bütün bu etmenler sayesinde Avrasya Pleyistosen sonrası dönemde teknolojinin ivme kazanmaya ilk başladığı yer ve sonuçta en büyük yerel teknoloji birikiminin oluştuğu kıtaydı.” (s. 337)
14. Bölüm: Eşitlikçilikten Hırsızkrasiye*
En başta “hırsızkrasi” nedir? Çevirmen sayfanın sonuna şu notu düşmüş: “İngilizce "kleptocracy" sözcüğünün karşılığı olarak, hırsızlar yönetimi anlamında "hırsızkrasi"; "kleptocrat" sözcüğü için de benzer biçimde "hırsızkrat" sözcüğü nü kullandım.”
Özetle yazar Jared Diamond, modern devlette, yönetimlerin halkı soymasını, haraç (modern tabirle vergi) almasını “hırsızkrasi” yönetim tarzı olarak tanımlıyor.
Bu bölümde toplumları nasıl ve neden obadan, kabileye, sonra da şeflik ve devlet yönetim tarzına geçtikleri üzerinde duruluyor.
“Daha önce dışarıyla ilişkileri olmayan Yeni Gine ve Amazon yerli topluluklarının pek çoğu, aynı şekilde, çağdaş toplumla bütünleşmelerini misyonerlere borçlular. Misyonerlerden sonra öğretmenler, doktorlar, bürokratlar, askerler geldi. Devlet yönetiminin ve dinin yayılması, ister (sonunda Fayularda olduğu gibi) barışçıl yollardan, ister zorla olsun, kayıtlı tarih boyunca kol kola yürüdü. Zorla olduğunda, genellikle devlet yönetimleri fetihleri yapar, din de bunun haklı gerekçelerini sağlar. Göçebeler ve kabile halkları bazen örgütlü devletleri ve dinleri yenilgiye uğratır ama geçen son 13.000 yıl içinde genellikle kaybedenler göçebeler ile kabile halklarıdır.
Son Buzul Çağı’nın sonlarında dünya nüfusunun çoğu bugünkü Fayularınkine benzer toplumlarda yaşıyordu, o zamanlar daha karmaşık bir toplumda yaşayan insanlar yoktu. MS 1500 gibi yakın bir geçmişte, dünyadaki toprakların, işleri bürokratların yürüttüğü, yasalarla yönetilen devletler halinde, sınırlarla bölünmüş kısmı % 20’yi bulmuyordu. Bugün Antarktika dışında bütün topraklar böyle bölünmüş durumda. Merkezi yönetim ile örgütlü bir din sahibi olmayı en erken başaran toplumların torunları sonunda çağdaş dünyanın hâkimi oldular. Yönetim ile din bileşimi, mikroplar, yazı ve teknolojiyle birlikte tarihin genel seyrini belirleyen en yakın dört ana etmenden biri olarak işte böyle işlev gördü. Devlet ile din nasıl ortaya çıktı?” (s. 359)
Toplumların gelişme evreleri dört gruba ayrılarak inceleniyor: Oba, kabile, şeflik ve devlet.
Oba
“Obalar en küçük toplumlardır, 5 ila 80 kişiden oluşur, çoğu ya da hepsi kan ya da evlilik bağıyla birbirleriyle yakın akrabadırlar. Aslında oba büyük bir ailedir ya da birkaç akraba aile.” (s. 360)
“Obalar bugün bizim kendi toplumlarımızda kaçınılmaz gördüğümüz pek çok kurumdan yoksundur. Sürekli oturdukları tek bir üs yoktur. Obanın topraklarını bütün herkes ortaklaşa kullanır, topraklar alt öbekler ya da bireyler arasında bölünmemiştir. Yaş ve cinsiyet dışında düzenli bir ekonomik uzmanlaşma yoktur: Gücü kuvveti yerinde herkes yiyecek peşinde koşar. Obaların içindeki ya da obalar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için yasalar, polis, sözleşmeler ve benzeri hiçbir resmi kurum yoktur. Oba örgütlenmesi genellikle “eşitlikçi” olarak tanımlanır: Alt ve üst sınıflar gibi resmileşmiş toplumsal katmanlar yoktur, resmileşmiş ya da babadan oğula geçen liderlik yoktur, resmileşmiş bilgi ve karar tekeli yoktur. Yine de “eşitlikçi” teriminin bütün oba üyelerinin saygınlık bakımından eşit olduğu, kararların alınmasında eşit derecede söz sahibi olduğu anlamına geldiği sanılmasın. Bu terimin anlamı, oba “liderliğinin” resmi olmadığı, kişilik, güç, zekâ, dövüşme becerisi gibi niteliklerle elde edildiğidir.” (s. 362)
Kabile
“Obadan sonraki evrelerin birincisi kabiledir, kabilenin farkı (genelde onlu sayılarla değil yüzlü sayılarla ölçülen) daha büyük bir topluluk olması, çoğu kez değişmez bir yerleşim yerinin bulunmasıdır. Bununla birlikte bazı kabileler, hatta şeflikler mevsimlere göre yer değiştiren sürü sahiplerinden oluşur.” (s. 363)
“Obalarla kabileler arasındaki bütün bu farklılıklara karşın pek çok benzerlik vardır. Kabilelerde hâlâ resmi olmayan, “eşitlikçi” bir yönetim söz konusudur. Bilgi de karar alma yetkisi de toplumun malıdır. Yeni Gine’nin dağ köylerinde köy toplantılarına tanık oldum, köyün bütün yetişkin insanları oradaydı, yerde oturuyorlardı, bazı kişiler konuşma yaptılar, oturumu yöneten bir “başkan” falan yoktu. Dağ köylerinin çoğunda “ulu kişi” olarak bilinen bir adam vardır, köyün en etkili kişisi. Ama bu doldurulması gereken resmi bir mevki değildir, sınırlı bir yetki söz konusudur. Ulu kişinin kendi başına karar alma yetkisi yoktur, bildiği diplomatik sır falan yoktur, halka ait kararları yönlendirmekten başka bir şey yapamaz. Ulu kişi bu sıfatı kendi nitelikleri sayesinde kazanır; babadan oğula geçmez.” (s. 365)
Şeflik
“Nüfus açısından şeflikler kabilelerden hayli büyüktü, nüfusları birkaç bin ile birkaç on bin arasında değişirdi. Bu büyüklük iç çatışmalara ciddi bir zemin oluşturuyordu, çünkü şeflikte yaşayan herhangi bir kimse için şeflikteki öteki insanların büyük bir çoğunluğu kendisiyle ne kan ne evlilik bağı olan, ne de adlarını bildiği kişilerdi. Aşağı yukarı 7500 yıl önce şefliklerin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar, tarihte ilk kez, yabancılarla düzenli olarak karşılaşmayı ve onları nasıl öldürmeleri gerektiğini öğrenmek zorunda kaldılar.” (s. 367)
“Genel olarak şefliklerden söz edip duruyoruz sanki hepsi birbirinin aynıymış gibi. Aslında şeflikler hayli büyük farklılıklar gösteriyordu. Daha büyük şefliklerde genellikle daha güçlü şefler, şef soyları arasında daha fazla sınıf farkı, şeflerle halk tabakası arasında daha büyük ayrımlar, şeflerin el koydukları şeylerde daha yüksek oranlar, bürokraside daha çok katman, kamuya ait daha görkemli yapılar söz konusuydu.” (s. 370)
“Yönetim biçimi merkezi olan ve eşitlikçi olmayan bütün toplumların ikilemini şefliklerin başlatmış olduğu artık apaçık ortaya çıkmış olmalı. İşin iyi yanı, şeflikler bireysel düzeyde sözleşmeye bağlanması olanaksız pahalı hizmetleri getirerek iyi bir şey yaptılar. Kötü yanı ise, hiç utanmadan hırsızkrasi biçiminde çalışmaları, zenginliği halktan alıp üst sınıflara aktarmalarıdır. Bu soylu ve bencil işlevler ayrılmaz biçimde birbiriyle iç içedir, ama bazı yönetimler bir işlevi ötekine göre çok daha fazla vurgular. Hırsızkrasiyi savunan biri ile bilge bir devlet adamı arasındaki fark, hırsız bir kral ile halkın iyiliğini düşünen bir kral arasındaki fark yalnızca bir derece farkıdır: Sorun, üretenlerden alınan haracın ne kadar büyük bir yüzdesinin kaymak tabakaya ayrılacağı, halkın yeniden dağıtılacak haracın ne kadarını kullanabileceği sorunudur.” (s. 370)
“İster bir şeflik olsun, ister bir devlet, herhangi bir sınıflı toplum için insan şunu sormalıdır: Halk kendi çileli emeğinin ürünlerinin hırsızkratlara aktarılmasına niçin göz yumuyor? Platon'dan Marx’a kadar çeşitli siyasal kuramcılar tarafından sorulan bu soru her çağdaş seçimde seçmenler tarafından bir kez daha sorulmaktadır. Halk desteği zayıf olan hırsızkrasiler ya ezilen halk tarafından ya da çalınan ürünlere karşılık daha fazla hizmet sözü vererek halkın desteğini kazanmak isteyen türedi hırsızkratlar tarafından alaşağı edilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Örneğin, Hawaii tarihi baskıcı şeflere karşı başkaldırılarla doludur, genellikle de o şeflerin yerini daha az baskıcı olacaklarına söz veren erkek kardeşleri alır. Eski Hawaii bağlamında bu bize komik gelebilir, ancak çağdaş dünyada bu tür savaşımların yol açtığı mutsuzlukları düşünürsek iş değişir.
Halktan çok daha rahat bir hayat sürdürürken halkın desteğini kazanmak için bir seçkinin ne yapması gerekir? Hırsızkratların tarih boyunca başvurdukları dört çözüm yolu vardır:
1 - Halkı silahsızlandırmak, seçkinleri silahlandırmak. Mızrakların, sopaların evde kolayca yapılabildiği çağlara göre, yüksek teknoloji silahlarının yalnızca sanayi kuruluşlarında üretilebildiği ve seçkinlerin tekelinde olduğu günümüzde bu çok daha kolaydır.” (s. 371)
2 - Toplanan haraçların çoğunu herkesin hoşuna gidecek şekilde dağıtarak kitleleri mutlu etmek.
3 - Genel düzeni koruyarak ve şiddeti durdurarak sahip olunan gücü insanların mutluluğu için kullanmak. Bu, merkezileşmiş toplumların merkezileşmemiş toplumlara göre büyük ve değeri anlaşılmayan bir üstünlüğüdür.
4 - Hırsızkratların halkın desteğini kazanmalarının son çaresi hırsızkrasiyi haklı çıkaracak bir ideoloji ya da din inşa etmeleridir.
Devlet
“İlk devletler (çok köyden oluşan) en belli başlı büyük şefliklerin pek çok özelliğini sürdürür. Obadan kabileye, kabileden şefliğe geçişte büyüyen nüfus hacmi devlete geçerken de büyür. Ancak şefliklerin nüfusu birkaç bin ile birkaç on bin arasında değişirken çağdaş devletlerin çoğunun nüfusu bir milyonu aşar.” (s. 374)
“En eski devletlerin pek çoğu, belki de büyük çoğunluğu köleliği şefliklere göre daha büyük boyutlarda benimsemişlerdi. Bunun nedeni şefliklerin yenilgiye uğrattıkları düşmanlarına karşı daha yumuşak yürekli olması değildi, devletlerde ekonomik uzmanlık artmış, seri üretim artmış, kamu görevleri çoğalmış, köle emeğinin kullanılmasını gerektiren alanlar da artmıştı. Buna ek olarak, devletlerin savaşlarının boyutları da büyüdüğü için alınan köle sayısı da büyümüştü.” (s. 375)
Devletin ortaya çıkması ile ilgili kuramlara değiniyor ve Aristoteles, Jean-Jacques Rousseau’nun kuramları ve diğer kuramlara değiniyor. Hepsinin devletin ortaya çıkma nedenleri ancak kısmi açıkladığını ifade ediyor.
Devletin ortaya çıkmasında en başlıca etmen şöyle: “Belli bir bölgedeki nüfus hacminin toplumsal karmaşıklığın biricik ön habercisi olması.”
Devletin ortaya çıkmasında etkili olan etmenler:
1 - Toplumdaki bireylerarasındaki çatışma sorunu.
2 - Nüfus artışıyla hep birlikte karar alma zorluğu
3 - Ekonomik kaygılar
4 - Nüfus yoğunluğu
Bütün bunları özetleyen cümle: “Anlaşmazlıkların çözümüyle, kararların alınmasıyla, ekonomiyle, mekânla ilgili nedenler büyük hacimli toplumların merkezileşmesi gereğini doğurmakta birleşir. Ama gücün merkezileşmesi, gücü elinde bulunduran, bilgi alma tekelini elinde tutan, kararları veren, malların yeniden dağıtımını yapanların, fırsatlardan yararlanmasının ve yakınlarını yararlandırmasının yolunu açar. Çağdaş insan öbekleşmelerini bilen herkes için bu çok açıktır. En eski toplumlar gelişirken merkezileşen gücü ele geçirenler yavaş yavaş kendilerini seçkinler olarak kabul ettirdiler, belki de onlar eşit düzeydeki köy klanları arasında ötekilere göre “daha eşit” duruma gelen bir klanın üyeleriydi.
Büyük hacimli toplumların oba düzenini sürdürmemelerinin, karmaşık hırsızkrasiler haline gelmelerinin nedenleri işte bunlardır.” (s. 386)
Ama bunlar tam ve yeterli açıklama ve etmenler değildir.
“Büyük kabileler arasında daha güçlü ulu kişilere, bunun sonucunda da daha geniş çaplı merkezileşmeye sahip olanlar genellikle daha küçük çaplı bir merkezileşmeye sahip olanlara göre üstün durumdadırlar. Anlaşmazlıkları Fayular gibi çok kötü bir biçimde çözen kabileler yeniden parçalanıp obalara bölünme eğilimi gösterirler, oysa kötü yönetilen şeflikler daha küçük şefliklere ya da kabilelere bölünürler. Anlaşmazlıkları çözmeyi, sağlıklı karar almayı, ekonomik anlamda uyumlu bir yeniden dağıtım yapmayı iyi beceren toplumlar daha iyi teknolojiler geliştirebilir, askeri güçlerini bir noktada toplayabilir, daha geniş, daha verimli toprakları ele geçirebilir ve daha küçük özerk toplumları tek tek ezebilir.” (s. 387)
“Böylece, belli bir karmaşıklık düzeyindeki toplumlar arasındaki yarış, eğer koşullar elverirse, toplumları bir sonraki karmaşıklık düzeyine genellikle taşıyabilir. Kabileler şeflik düzeyine ulaşmak için başka kabileleri ele geçirir ya da onlarla birleşirler, şeflikler şeflikleri ele geçirerek ya da onlarla birleşerek devlet büyüklüğüne ulaşır, devletler başka devletleri ele geçirerek ya da onlarla birleşerek imparatorlukları oluşturur.” (s. 387)
“Oysa birleşme iki şekilde olur: ya dış bir gücün tehdidiyle ya da gerçek bir fetihle. Bu iki yolu örnekleyen sayısız durum vardır.” (s. 387)
“Böylece yiyecek üretimi, toplumlar arasındaki yarış ve yayılma, en sonuncu nedenler olarak, ayrıntıda farklı ama hepsi de büyük hacimli yoğun nüfuslar ve yerleşik yaşamla ilişkili nedensellik zincirleri aracılığıyla, fetihlerde etkili olan en yakın nedenlerin ortaya çıkmasına yol açtılar: Mikroplar, yazı, teknoloji, merkezi siyasal örgütlenme. Bu en sonuncu nedenler farklı kıtalarda farklı şekilde geliştiği için fetihlerde etkili olan öğeler de öyle gelişti. Bu yüzden bu etkili öğeler genellikle birbiriyle ilişkili olarak ortaya çıktı ama aralarındaki ilişki kesin bir ilişki değildi” (s. 391)
merak ettim güzel bir paylaşım olmuş tebrikler
Teşekkürler...
Hepsi Amerikanın oyunları
Pek anlayamadın ne demek istediğinizi...
Kitapların senfonisi blogunda başlatmış, kitap yazan bloggerlar listelenmiş orada onda gördüm bende
Teşekkürler buldum.