Murat Belge - Militarist Modernleşme (2. Kısım: Almanya ve İtalya)
Murat Belge’nin militarizm ve militarizm yolunu seçerek usul devlet kuran ülkeleri (Almanya, Japonya ve Türkiye örnekleri üzerinden) incelediği bu kitabını dört kısma bölerek incelemeye başlamıştım. İlk yazıda, kitapta üzerinde durulan kavramlar, ilk usul devletler, onların gelişimi, İngiltere, ABD ve Fransa’nın tarihindeki modernleşme yolundaki önemli olaylara değinmesine yer verilmişti.
Kitabın sekiz yüz sayfa olmasından dolayı bölerek incelediğim bu ikinci yazıda ise Murat Belge’nin Almanya ve İtalya örneklerini ele almasına değineceğim. Belge her iki ülkeyi anlatırken tarihleri ve önemli olaylara değinerek başlıyor.
ALMANYA
Almanya tarihinde ilk dikkat çeken şey, bütün Avrupa’ya hâkim olacak bir “Roma İmparatorluğu” özlemidir. Zaten bundan dolayı da ilk devletlerinin isimleri Kutsal Roma İmparatorluğu, daha sonra da Roma-Cermen İmparatorluğu’dur. Buradan da neden Almanların ilk fırsatta iki dünya savaşı çıkardığı ve bütün Avrupa kıtasına egemen olmaya çalıştığı konusu anlaşılıyor. Başka bir neden de şöyle:
“Bununla kısmen ilgili bir başka huzursuzluk, coğrafi konumdan kaynaklanır. Bilindiği gibi Almanya büyük ölçüde bir Orta Avrupa ülkesidir: Kara sınırı çok, denize açılımıysa oldukça kısadır. Doğuda bir Slav bloku tarafından kuşatılmıştır. Batısında ise Fransa, İtalya, yani Latin dünyası vardı. Bu durum, birçok Alman’a, bir “kuşatılmışlık” duygusu vermiştir. Bunun abartılmış bir duygu olduğu söylenebilir; muhtemelen öyledir de. Ama önemli olan, insanların inanıyor olmasıdır. İnandıkları şey nesnel bakımdan yanlış olabilir; ama bu, öznel inancın gücünü veya etkisini ortadan kaldırmaz. 20. yüzyıl boyunca, Alman Genelkurmayının en büyük sorunu, bu “iki cephede savaş” derdine karşı nasıl tedbir alınacağı sorusu olmuştur: Fransa cephesi, Rusya cephesi. Birinci Savaş’ta bu nedenle Belçika’ya karşı savaş suçu işlediler. İkinci’de Hitler’in kendine, hırsına hâkim olamaması yüzünden SSCB’yle savaşa erken girdiler ve gene “iki cephe” nedeniyle yenildiler. Demek ki o kadar boş bir evham değildi.” (s. 180)
Kitabın ilk bölümlerinde Fransa’yı anlatırken yazar Napoleon’un Avrupa’ya büyük etkisinden bahseder. Almanya’ya da bir anlamda getirisi olmuş, parçalanmışlıklarını daha aza indirmiştir. Kısacası
Almanları birleştiren Napoleon olmuştu. Napoleon, 100’den fazla prensliği birleştirerek bunların sayısını önemli ölçüde azaltmıştı.
“Paradoks burada ortaya çıkıyor: Fransa’da devrimi bitiren Napoleon bundan sonra kurmaya çalıştığı Avrupa İmparatorluğu’nda gittiği her yere Fransız Devrimi’nin birtakım öğelerini götürdü. Bu öyle çok zengin veya çok karmaşık bir liste sayılmaz – içerdiği maddeler bakımından: Feodalizmden ve serflik ilişkilerinden o güne ne kalmışsa bunları bir daha geri dönülmeyecek şekilde tasfiye etti. Soyluların geleneksel ayrıcalıkları ellerinden alındı. Uygun yaşa gelmiş bütün erkeklerin seçme hakkına sahip olduğu seçimlerle, yönetimler, “seçilmiş yapılar”a verildi. Meclisler kuruldu.
…
Önemli Alman tarihçilerden Nipperdey “Başlangıçta Napoleon vardı,” der, “Alman halkının, tarihleri, hayatları ve yaşantılarının üzerindeki etkisi muazzam olmuştur” (Nipperdey, 1996: 1). İtalya üstüne yazan Alexander Grab da onu yankılar: “Napoleon’un 1796’da Kuzey İtalya istilâsı, modem İtalyan devletinin ve toplumunun temellerini attı ve yarımadanın birleşmesine doğru uzun yolculuğu başlattı” (Davis v.d., 2001: 25).” (s. 188)
Militarizm, milliyetçilik ve tarihte en korkunç örneğini gördüğümüz bunların sonucu doğan Nazizm konusunda Almanya tarihi eşi benzeri görülmemiş örnekler içeriyor. Yazar İtalya’yı ve buradaki faşizmi anlatırken, İtalya’nın, özellikle savaş döneminde Alman Nazileri kadar aşırıya gitmediklerini anlatıyor. Peki, Almanya’da bu militarizm, milliyetçi damar ve daha sonra Nazizm hangi evrelerden geçerek gelişti? Tabii, en başta istediğiniz tür adamları kendiniz yetiştirip, devletin gerekli yerlerine yerleştirmekle başlayacaksınız. Bu kısmı Türkiye’deki olayları da hatırlattı. Bismarck’ın bu anlamda yaptıklarıysa şöyle:
“Toplumla daha içli dışlı olmak zorunda olan sivil bürokrasiyi ise Bismarck kendi istediği tornadan geçirerek üretmişti. Liberal veya sol eğilimleri olan bürokratlar cezalandırılarak kovulmuştu. Geri kalanlar fikirlerinin yanı sıra mizaç bakımından da muhafazakâr, otorite karşısında “boynu kıldan ince” adamlardı. Bu uyum sağlandıktan sonra, bürokratın kendini işadamının üstünde görmesine, politikacıları küçümsemesine imkân verilmişti. Zaten herkesin belirli ölçülerde devlet fetişizmi yapağı Almanya’da özel teşebbüs de kendi örgütlenmesinde hem devlet dairesi sistemini taklit ediyor, hem de yüksek devlet memurlarından fiilen yararlanıyordu.” (s. 234)
Bu arada sadece kendin için gerekli adamları yetiştirmek ve yerleştirmek yetmiyor. Bir de işine engel olanları da “tasfiye” etmek gerekiyor.
“Bu kitapta ele aldığım üç toplumda da, militarist güçlerin iktidarı elde etme stratejileri içinde “siyasî suikast” önemli bir yer tutuyor ve üçünde de bolca işlenen cinayetlerin birçoğunda (genç) subaylar başrolde görünüyor. Kotzebue’ya değinmiştim; biraz yukarıda ise Weimar döneminden bazı sayılar verdim. 1921’de Katolik Merkez Partisi’nden Erzberger, 1922’de Yahudi asıllı ekonomist ve siyaset adamı Rathenau cinayetleri, bunların en önemlilerinden sayılır.” (s. 255)
Almanya’nın savaş döneminde işlediği suçlar ve tabii İkinci Dünya Savaşı sırasındaki savaş suçları bir ilk değildi. Bu zulmün uzun süren bir tarihi, buna gösterilen hoşgörü ve üstüne bir de verişen ödüller vardı. Bu Almanya’da askerlerin suç işlemesine karşı her zaman yapılan görmemezliklerin bir sonucu ve devamıydı. Şöyle bir örneğe bakalım.
“Lothar von Trotha 1848’de Magdeburg’da doğmuş bir Prusyalı’ydı. 1865’te orduya katıldı. Bu sıralarda Almanya’nın kendine avantaj aradığı Uzak Asya bölgelerinde bulundu ve 1904’te general olarak Güneydoğu Afrika birliklerinin başına geçti. Sertliğiyle, gelir gelmez, yerlilerle çatışmaları tırmandırdı. Sonra, başkaldırıyı bastırmak üzere olağanüstü bir şiddet ve gaddarlık uyguladı. İş, isyanı silâhla bastırmaktan ibaret değildi. General yerlileri amansız çöle sürerek açlık ve susuzluktan öldürdü. “Genosid” deyince, bütün “soy”un kırıldığını hayal etsek de, insan denen yaratık dayanıklı, var kalanlar oluyor. Bu durumda 80.000 Herero’dan 15.000, 20.000 Nana’dan da 9.000 kişi sağ kaldı. Bu hizmetlerine karşılık Kayser Wilhelm onu madalyayla ödüllendirdi.” (s. 237)
Almanlar, Afrika’daki isyanları kanlı bastırdı, çöle sürerek soykırım uyguladı. Onların buradaki insanlara bakış açısı daha sonra savaşta da aynen görülecektir.
“Bu olaylar, özellikle de Namibya, Almanya’nın yalnız Birinci değil, İkinci Dünya Savaşı’na da nasıl gireceğini “müjdeleyen” leitmot’lerle doludur. Siyahları insandan aşağı bir yerde görmüşler, ona göre “ceza”landırmışlardı. Bundan, başkalarını da “insandan aşağı” görebilecekleri çıkar (nitekim gördüler) ve böyle gördüklerine neler yapabilecekleri de tahmin edilirdi (nitekim yaptılar). Kayserin von Trotha’ya madalya vermesi, bunların ulusal politika anlayışıyla nasıl uyum içinde olduğu gösterir.” (s. 238)
“Savaş suçu”na değinmiştim. Weimar döneminde Almanya “barış suçu” da işledi. Versailles, Almanya’nın silahlanmasını katı bir sınırlamaya tabi tutmuştu. Prusyalı Genelkurmay’ın bu durumdan mutlu olması düşünülemezdi. Asker sayısını düşük gösterdiler, gayrinizamî Freikorps gibi çözümlerle işi idare ettiler. Silâh sınırlaması daha ciddiydi. Bunların, savaş gemilerinin belirli bir tonajı aşmaması gibi bazı kuralları Almanların işine bile yaradı çünkü böylece daha küçük ama daha etkili silâhlar vb. yapmaya yöneldiler. Bir de Sovyetler Birliği yardıma yetişti. Almanlardan aldıkları para ve teknik donanım karşılığında, Alman askerlerinin yeni silâhlarıyla kendi topraklarında talim ve tatbikat yapmasına izin verdiler. Bu da Stalin’in akıl almaz ilkesiz davranışlarından biridir.” (s. 256)
Bu arada Almanya gelişirken, usul devletini kurarken hep bir gün büyük bir savaşa gireceğini hesaplayarak yaptı bunu. Halkı askeri yöntemle ona göre eğitti, demir yollarını bu plana göre geliştirdi, spor yaparken bile askeri bir disiplinle bu işlere girişildi ve sair. Kısacası her şey bir gün yaşanacak bir savaş için ki zaten üst ağızdan da bunu itiraf etmekten hiçbir zaman çekinmediler.
“Yukanda, Wehler’in sömürgecilik için yorumuna değinmiştim. O konuda yorumun geçerliliği konusunda şüphelerim olmakla birlikte, Dünya Savaşı’na giden yolda, iç gerilim ve çatışmaların çok belirleyici bir rol oynadığı görüşüne katılıyorum. Zaten Wehler’in bu konuda verdiği çok net alıntılar var: 1914’te Ratibar dükü bir Fransız diplomatla konuşurken, “burjuva ve ticari sınıflar”ın “askerî ve toprak sahibi sınıfları gerileterek her alanda işleri kendi ellerine aldıkları”nı ve bu durumda “her şeyi eskisi gibi olması gereken yere geri getirmek için bir savaş olması” gerektiğini söylemişti (Wehler, 1997: 199). Bavyeralı diplomat von Lerchenfeld ise Şansölye Bethmann Hollweg’le sohbet ederken imparatorluk içinde bazı çevrelerin gözlerini “kızıl tehlike”ye dikmiş olduklarını ve iç koşulların muhafazakâr bir çizgide eskisi gibi restore edilmesi için bir savaşı gerekli gördüklerini aktarmıştı. Belli ki “askerî ve toprak sahibi sınıflar” daha sonra Alman ordusunun da yapacağı gibi “iki cephede” birden savaş veriyorlardı. Ordu, batıda ve doğuda, Fransa ve Rusya’ya karşı; Junker iktidarı, burjuvaziye ve proletaryaya, dolayısıyla liberalizme ve sosyalizme karşı. Prusyalı muhafazakârlardan von Heydebrand da, “ataerkil düzen ve zihniyetin güçlendirilmesi” için savaşın yararlı bir araç olacağına inanıyordu (Wehler, 1997).” (s. 239)
“Kısacası, bütün bir modernleşme süreci boyunca Alman toplumu kendi ordusunu denetleyememişti. Mirabeau’nun koyduğu teşhis geçerliliğini bir buçuk yüzyıldan uzun bir zaman korudu. Sonunda, iki Dünya Savaşı kaybedildikten sonra, Alman toplumu, sorun çözmek için “zor”dan, “kaba kuvvet”ten başka şeyler de olduğunu öğrendi. Ancak bu aşamada dünya ile barıştı. “Napoleon getirdi,” diye, “Müttefik işgali empoze etti,” diye iki önemli dönüm noktasında reddettiği (ama kendi imkânlarıyla bir türlü kuramadığı) demokrasiyi, bu üçüncü seferde, uluslararası destekle kurmayı ve yaşatmayı başardı. Bugün militarizmle ve onun çağrıştırdığı her şeyle, kendi suçlu geçmişiyle de yüzleşerek hesabını kesmiş bir toplum; demokrasi içinde yaşamaya kendini bağıtlamış, geleceğini de Avrupa Birliği’ne bağlamış.” (s. 261)
ALMANYA'DA İDEOLOJİNİN MİLİTARİZASYONU
“Özellikle modernleşmenin ordu öncülüğünde ve gözetiminde yapıldığı toplumlarda her zaman daha önce başkaları yaptığı için erişilmesi gereken hedefler vardır ve toplumsal dönüşümün önemli araçlarından biri yasal-bürokratik süreçtir. “Yukarıdan aşağıya dönüşüm” mantığı toplumun bütün kuramlarında yer etmiştir. “Planlı ilerlemek”, “düzenleyici devlet”, “merkezî koordinasyon” ve benzeri yapılanmalar, genel bir üslûp oluşturur ki, bunu militarist mantıkla bağdaştırmak hem kolaydır, hem de o mantık bu koşullarda yetişmiş kadrolara zaten ideal olarak görünür.” (s. 265)
Militarist düzende neden ve neye dayanarak insanlardan talep edilen her şeye uyulması istenirdi? Bunun gerekçesi nasıl açıklanırdı?
“Buna cevap olarak, ilkin, “kolektif’, bir özne çıkarmak iyi olur. Dünyada militarizmin etkilerini gösterdiği çağın en “şerefli”, en “prestijli” kolektif öznesi “millet”ti. Şu halde bu yapılanlar millet için, “bizim” milletimizin insanlık dünyası içinde hak ettiği şerefli yerde bulunmasını sağlamak içindir. Militarizm kendi varlığını milliyetçilik üzerinden meşrulaştırdığı için, milliyetçilikten bağışık olmasına imkân yoktur. Bu milliyetçiliğinin özellikleri, örneğin aynı zamanda ırkçı olması ya da olmaması ülkesindeki ve dünyadaki genel koşullara göre değişir, biçimlenir. Örneğin Prusya militarizmi belirgin biçimde ırkçı değildi, olması da gerekmiyordu. Ama Hitler’in iktidarında ordunun ırkçılıkla bağdaşması hiç zor olmadı.” (s. 266)
Belge, Almanya’da militarizmin gelişmesi, ideolojinin militarizasyonu anlatırken bol bol örnek veriyor. Bu iş kulüplere, düello kurumlarına kadar yayılıyor. Toplumda ise askerlik yapmayana kız yoktur söyleminden tutun da askerlerin sokaklarda işlediği suçları görmemezlikten gelmeye kadar uzanan bir liste var.
“Toplumun, hayatının bütün alanlarında bu yaklaşım ya da tarz ya da üslûbu benimsemiş olması, militarizmin topluma karşı kazanmayı umabileceği en büyük başarıdır. Bu büyük ölçüde “ideolojik” zafer 1) doğrudan doğruya ordunun, somut bir kurum olarak, toplum hayatının merkezine geçip oturmasını ve 2) toplumsal gidişin yönünü belirleyecek şekilde dümeni kendi eline almasını ve bunu yaparken 3) toplumda herhangi bir güç ya da varlığın onun böyle yapmasının meşruiyetini tartışmamasını sağlar.” (s. 304)
“Sonuç olarak, 1871’de kurulan Almanya’nın parlamentosu, 1848’de kurulan Frankfurt Diet’inden hissedilir şekilde daha etkili olamadı. Parlamento, Prusya aristokrasisinin gözünde “burjuva yönetimi” demekti. Böyle bir şeye boyun eğmeyi bir “şerefsizlik” sayıyorlardı. İktidarı veremeyen aristokrasi ve alamayan burjuvazi, sonunda aynı gemide oldukları için, isabetsiz kararlar veren ama kararlarının isabetsiz olduğuna dair hiçbir “feed-back” almayan ordusunun önderliğinde Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisine doğru emin adımlarla ilerledi. Bundan sonra, geriye kalmış bütün gücüyle, bilerek ya da bilmeyerek, doğrudan ya da dolaylı, Nazizmin Almanya’da iktidar olmasına katkıda bulundu; Nazizmle de oldukça kolay uzlaştı. Böylece bir Dünya Savaşı daha tarihte gelip geçti.” (s. 319)
İTALYA
Yazar, İtalya’yı anlatmaya başlamadan önce kısaca tarihine değiniyor. İtalya tarihi denilince aklıma önce Machiavelli ve Prens kitabında anlattığı ülkesinin farklı prensliklere bölünmüşlüğü ve birleşme hayali gelir.
“Alman kabilelerin Roma İmparatorluğu’nun son direnen kuramlarını da ortadan kaldırmaları 5. yüzyılın sonlarını buldu. Ancak bu zamana kadar, İtalya yarımadasında başka türden bir otorite kurulmuştu: Papa’nınki. Ortada siyası-idarî herhangi bir birlik kalmamasına rağmen, bu manevi otorite zihinde bir çeşit bütünlük yaratıyor, insanlara birbirleriyle belirli bağlar içinde yaşadıkları duygusunu veriyordu. Şüphesiz bu “cemaat” ruhu İtalya’nın dışına da yayılmış, Hıristiyan dünyanın en azından batı bölgelerini kaplamıştı, ama en güçlü hissedildiği yer İtalya’ydı. Askeri bakımdan daha güçlü olmayı sürdüren kuzey de, Alman Kralı IV. Heinrich’in karda yalın ayak özür dilemeye gelme hikâyesinde olduğu gibi, belirli konjonktürlerde bu otoritenin suyuna gitme gereğini duyabiliyordu.” (s. 324)
“Genel olarak İtalya’nın işleri ne zaman, hangi nedenlerle “yoluna girdi”? Bunda Haçlı Seferleri’nin dolaylı ve zaman zaman dolaysız payı olmuştur. 9. ve 10. yüzyıllarda İtalyan denizciliği gelişiyordu. Ama Akdeniz’de egemen olanlar hâlâ Araplardı. Haçlı Seferleri bu egemenliği kırdı. Araplardan kalan boşluğu da, başta Venedik, İtalyan liman kentleri doldurdu. Zaten seferler boyunca - ve tabii seferler arasında- her türlü ulaştırma işini onlar yapmıştı. Bu seferler başlamadan çok önceleri Venedik hem Bizans’la, hem de Arapların elindeki ticaret uğrakları olarak önemli liman kentleriyle ilişkilerini kurmuştu. Pisa yoluyla Floransa ve Cenova da Venedik’in geçtiği yollardan geçiyordu. Haçlı Seferleri olurken, bunların dördüncüsünde (1204), Venedik, eski süzereni Konstantinopolis’i de fethediverdi.” (s. 325)
Kitapta İtalya’da Mussolini iktidarına ve savaşa kadarki tarihi olaylar anlatılıyor. Devamında ise İtalya faşizmi ile Alman Nazizmi kıyaslanıyor.
“Faşizm ile Nazizmin farklı sistemler olduğunu ileri sürmek için hep başvurulan kanıt, “antisemitizm” olmuştur: İtalyan faşizmi özellikle ırkçı değildi, “antisemitist” de değildi. Evet, genel olarak doğru. Ama yüzde yüz doğru da değil. Az önce söylediğim sözü doğrulayan bir durum olduğu kanısındayım: Genel İtalyan ideolojisinin ırkçı ve bu çerçevede anti-semit olması güçtü çünkü bu ideoloji ister istemez zengin hümanist kültür çerçevesinde oluşan bir ideolojiydi. Nazizmle birlikte, sınıf ayrımlarından çok cinsel ayrımı öne çıkarmakta ortak davranıyordu.
“Ama ırk ayrımı Nazizm için daha ilk adımda olağanüstü büyük önem taşırken, İtalyan faşizminde böyle bir şey yoktu. Ne var ki, zaman içinde Almanya İtalya’dan değil, İtalya Almanya’dan öğrendi. Otuzlarda bu, belirgin bir eğilim haline geldi. 1933’te Mussolini’nin çıkardığı yeni “biyolojik” yasalara kadar, Eritre veya Somali’de doğmuş zenci-beyaz melez çocuklar İtalyan yurttaşı olabiliyordu. Bu durduruldu. 1938 nüfus sayımında ülkede yaşayan Yahudi sayısı saptandı: 58.000 kadar Yahudi vardı. Sonuna doğru burada da faşizm Nazizme taviz verdi. Örneğin, Roma’da Yahudi mahallesi daha Hıristiyanlık ortaya çıkmazdan önce kurulmuştu. Faşizm uygulamasında uzun süre bu insanlar ciddi sıkmalarla karşılaşmadılar. Ama savaş sırasında evleri basıldı, ele geçirilenler Nazilere teslim edildi, imha olunmak üzere kuzeydeki kamplara gönderildi. Çoğunluk, hayatını kaybetti.” (s. 365)
“Yani İtalyan faşizmi sonunda bu konuda da (en belirgin fark diye tanınan alanda) Alman Nazizmine teslim oldu. Teslim olmayan, sıradan İtalyan halkıdır. Bu uygulamalar başlayınca Yahudi kurtarmak anti-faşist İtalyan yurttaşlarının görev listelerine girdi.” (s. 366)
DEVAMI VE DİĞER BÖLÜMLER
Kitabın sekiz yüz sayfa olmasından dolayı bölerek incelediğim bu ikinci yazıda ise Murat Belge’nin Almanya ve İtalya örneklerini ele almasına değineceğim. Belge her iki ülkeyi anlatırken tarihleri ve önemli olaylara değinerek başlıyor.
ALMANYA
Almanya tarihinde ilk dikkat çeken şey, bütün Avrupa’ya hâkim olacak bir “Roma İmparatorluğu” özlemidir. Zaten bundan dolayı da ilk devletlerinin isimleri Kutsal Roma İmparatorluğu, daha sonra da Roma-Cermen İmparatorluğu’dur. Buradan da neden Almanların ilk fırsatta iki dünya savaşı çıkardığı ve bütün Avrupa kıtasına egemen olmaya çalıştığı konusu anlaşılıyor. Başka bir neden de şöyle:
“Bununla kısmen ilgili bir başka huzursuzluk, coğrafi konumdan kaynaklanır. Bilindiği gibi Almanya büyük ölçüde bir Orta Avrupa ülkesidir: Kara sınırı çok, denize açılımıysa oldukça kısadır. Doğuda bir Slav bloku tarafından kuşatılmıştır. Batısında ise Fransa, İtalya, yani Latin dünyası vardı. Bu durum, birçok Alman’a, bir “kuşatılmışlık” duygusu vermiştir. Bunun abartılmış bir duygu olduğu söylenebilir; muhtemelen öyledir de. Ama önemli olan, insanların inanıyor olmasıdır. İnandıkları şey nesnel bakımdan yanlış olabilir; ama bu, öznel inancın gücünü veya etkisini ortadan kaldırmaz. 20. yüzyıl boyunca, Alman Genelkurmayının en büyük sorunu, bu “iki cephede savaş” derdine karşı nasıl tedbir alınacağı sorusu olmuştur: Fransa cephesi, Rusya cephesi. Birinci Savaş’ta bu nedenle Belçika’ya karşı savaş suçu işlediler. İkinci’de Hitler’in kendine, hırsına hâkim olamaması yüzünden SSCB’yle savaşa erken girdiler ve gene “iki cephe” nedeniyle yenildiler. Demek ki o kadar boş bir evham değildi.” (s. 180)
Kitabın ilk bölümlerinde Fransa’yı anlatırken yazar Napoleon’un Avrupa’ya büyük etkisinden bahseder. Almanya’ya da bir anlamda getirisi olmuş, parçalanmışlıklarını daha aza indirmiştir. Kısacası
Almanları birleştiren Napoleon olmuştu. Napoleon, 100’den fazla prensliği birleştirerek bunların sayısını önemli ölçüde azaltmıştı.
“Paradoks burada ortaya çıkıyor: Fransa’da devrimi bitiren Napoleon bundan sonra kurmaya çalıştığı Avrupa İmparatorluğu’nda gittiği her yere Fransız Devrimi’nin birtakım öğelerini götürdü. Bu öyle çok zengin veya çok karmaşık bir liste sayılmaz – içerdiği maddeler bakımından: Feodalizmden ve serflik ilişkilerinden o güne ne kalmışsa bunları bir daha geri dönülmeyecek şekilde tasfiye etti. Soyluların geleneksel ayrıcalıkları ellerinden alındı. Uygun yaşa gelmiş bütün erkeklerin seçme hakkına sahip olduğu seçimlerle, yönetimler, “seçilmiş yapılar”a verildi. Meclisler kuruldu.
…
Önemli Alman tarihçilerden Nipperdey “Başlangıçta Napoleon vardı,” der, “Alman halkının, tarihleri, hayatları ve yaşantılarının üzerindeki etkisi muazzam olmuştur” (Nipperdey, 1996: 1). İtalya üstüne yazan Alexander Grab da onu yankılar: “Napoleon’un 1796’da Kuzey İtalya istilâsı, modem İtalyan devletinin ve toplumunun temellerini attı ve yarımadanın birleşmesine doğru uzun yolculuğu başlattı” (Davis v.d., 2001: 25).” (s. 188)
Militarizm, milliyetçilik ve tarihte en korkunç örneğini gördüğümüz bunların sonucu doğan Nazizm konusunda Almanya tarihi eşi benzeri görülmemiş örnekler içeriyor. Yazar İtalya’yı ve buradaki faşizmi anlatırken, İtalya’nın, özellikle savaş döneminde Alman Nazileri kadar aşırıya gitmediklerini anlatıyor. Peki, Almanya’da bu militarizm, milliyetçi damar ve daha sonra Nazizm hangi evrelerden geçerek gelişti? Tabii, en başta istediğiniz tür adamları kendiniz yetiştirip, devletin gerekli yerlerine yerleştirmekle başlayacaksınız. Bu kısmı Türkiye’deki olayları da hatırlattı. Bismarck’ın bu anlamda yaptıklarıysa şöyle:
“Toplumla daha içli dışlı olmak zorunda olan sivil bürokrasiyi ise Bismarck kendi istediği tornadan geçirerek üretmişti. Liberal veya sol eğilimleri olan bürokratlar cezalandırılarak kovulmuştu. Geri kalanlar fikirlerinin yanı sıra mizaç bakımından da muhafazakâr, otorite karşısında “boynu kıldan ince” adamlardı. Bu uyum sağlandıktan sonra, bürokratın kendini işadamının üstünde görmesine, politikacıları küçümsemesine imkân verilmişti. Zaten herkesin belirli ölçülerde devlet fetişizmi yapağı Almanya’da özel teşebbüs de kendi örgütlenmesinde hem devlet dairesi sistemini taklit ediyor, hem de yüksek devlet memurlarından fiilen yararlanıyordu.” (s. 234)
Bu arada sadece kendin için gerekli adamları yetiştirmek ve yerleştirmek yetmiyor. Bir de işine engel olanları da “tasfiye” etmek gerekiyor.
“Bu kitapta ele aldığım üç toplumda da, militarist güçlerin iktidarı elde etme stratejileri içinde “siyasî suikast” önemli bir yer tutuyor ve üçünde de bolca işlenen cinayetlerin birçoğunda (genç) subaylar başrolde görünüyor. Kotzebue’ya değinmiştim; biraz yukarıda ise Weimar döneminden bazı sayılar verdim. 1921’de Katolik Merkez Partisi’nden Erzberger, 1922’de Yahudi asıllı ekonomist ve siyaset adamı Rathenau cinayetleri, bunların en önemlilerinden sayılır.” (s. 255)
Almanya’nın savaş döneminde işlediği suçlar ve tabii İkinci Dünya Savaşı sırasındaki savaş suçları bir ilk değildi. Bu zulmün uzun süren bir tarihi, buna gösterilen hoşgörü ve üstüne bir de verişen ödüller vardı. Bu Almanya’da askerlerin suç işlemesine karşı her zaman yapılan görmemezliklerin bir sonucu ve devamıydı. Şöyle bir örneğe bakalım.
“Lothar von Trotha 1848’de Magdeburg’da doğmuş bir Prusyalı’ydı. 1865’te orduya katıldı. Bu sıralarda Almanya’nın kendine avantaj aradığı Uzak Asya bölgelerinde bulundu ve 1904’te general olarak Güneydoğu Afrika birliklerinin başına geçti. Sertliğiyle, gelir gelmez, yerlilerle çatışmaları tırmandırdı. Sonra, başkaldırıyı bastırmak üzere olağanüstü bir şiddet ve gaddarlık uyguladı. İş, isyanı silâhla bastırmaktan ibaret değildi. General yerlileri amansız çöle sürerek açlık ve susuzluktan öldürdü. “Genosid” deyince, bütün “soy”un kırıldığını hayal etsek de, insan denen yaratık dayanıklı, var kalanlar oluyor. Bu durumda 80.000 Herero’dan 15.000, 20.000 Nana’dan da 9.000 kişi sağ kaldı. Bu hizmetlerine karşılık Kayser Wilhelm onu madalyayla ödüllendirdi.” (s. 237)
Almanlar, Afrika’daki isyanları kanlı bastırdı, çöle sürerek soykırım uyguladı. Onların buradaki insanlara bakış açısı daha sonra savaşta da aynen görülecektir.
“Bu olaylar, özellikle de Namibya, Almanya’nın yalnız Birinci değil, İkinci Dünya Savaşı’na da nasıl gireceğini “müjdeleyen” leitmot’lerle doludur. Siyahları insandan aşağı bir yerde görmüşler, ona göre “ceza”landırmışlardı. Bundan, başkalarını da “insandan aşağı” görebilecekleri çıkar (nitekim gördüler) ve böyle gördüklerine neler yapabilecekleri de tahmin edilirdi (nitekim yaptılar). Kayserin von Trotha’ya madalya vermesi, bunların ulusal politika anlayışıyla nasıl uyum içinde olduğu gösterir.” (s. 238)
“Savaş suçu”na değinmiştim. Weimar döneminde Almanya “barış suçu” da işledi. Versailles, Almanya’nın silahlanmasını katı bir sınırlamaya tabi tutmuştu. Prusyalı Genelkurmay’ın bu durumdan mutlu olması düşünülemezdi. Asker sayısını düşük gösterdiler, gayrinizamî Freikorps gibi çözümlerle işi idare ettiler. Silâh sınırlaması daha ciddiydi. Bunların, savaş gemilerinin belirli bir tonajı aşmaması gibi bazı kuralları Almanların işine bile yaradı çünkü böylece daha küçük ama daha etkili silâhlar vb. yapmaya yöneldiler. Bir de Sovyetler Birliği yardıma yetişti. Almanlardan aldıkları para ve teknik donanım karşılığında, Alman askerlerinin yeni silâhlarıyla kendi topraklarında talim ve tatbikat yapmasına izin verdiler. Bu da Stalin’in akıl almaz ilkesiz davranışlarından biridir.” (s. 256)
Bu arada Almanya gelişirken, usul devletini kurarken hep bir gün büyük bir savaşa gireceğini hesaplayarak yaptı bunu. Halkı askeri yöntemle ona göre eğitti, demir yollarını bu plana göre geliştirdi, spor yaparken bile askeri bir disiplinle bu işlere girişildi ve sair. Kısacası her şey bir gün yaşanacak bir savaş için ki zaten üst ağızdan da bunu itiraf etmekten hiçbir zaman çekinmediler.
“Yukanda, Wehler’in sömürgecilik için yorumuna değinmiştim. O konuda yorumun geçerliliği konusunda şüphelerim olmakla birlikte, Dünya Savaşı’na giden yolda, iç gerilim ve çatışmaların çok belirleyici bir rol oynadığı görüşüne katılıyorum. Zaten Wehler’in bu konuda verdiği çok net alıntılar var: 1914’te Ratibar dükü bir Fransız diplomatla konuşurken, “burjuva ve ticari sınıflar”ın “askerî ve toprak sahibi sınıfları gerileterek her alanda işleri kendi ellerine aldıkları”nı ve bu durumda “her şeyi eskisi gibi olması gereken yere geri getirmek için bir savaş olması” gerektiğini söylemişti (Wehler, 1997: 199). Bavyeralı diplomat von Lerchenfeld ise Şansölye Bethmann Hollweg’le sohbet ederken imparatorluk içinde bazı çevrelerin gözlerini “kızıl tehlike”ye dikmiş olduklarını ve iç koşulların muhafazakâr bir çizgide eskisi gibi restore edilmesi için bir savaşı gerekli gördüklerini aktarmıştı. Belli ki “askerî ve toprak sahibi sınıflar” daha sonra Alman ordusunun da yapacağı gibi “iki cephede” birden savaş veriyorlardı. Ordu, batıda ve doğuda, Fransa ve Rusya’ya karşı; Junker iktidarı, burjuvaziye ve proletaryaya, dolayısıyla liberalizme ve sosyalizme karşı. Prusyalı muhafazakârlardan von Heydebrand da, “ataerkil düzen ve zihniyetin güçlendirilmesi” için savaşın yararlı bir araç olacağına inanıyordu (Wehler, 1997).” (s. 239)
“Kısacası, bütün bir modernleşme süreci boyunca Alman toplumu kendi ordusunu denetleyememişti. Mirabeau’nun koyduğu teşhis geçerliliğini bir buçuk yüzyıldan uzun bir zaman korudu. Sonunda, iki Dünya Savaşı kaybedildikten sonra, Alman toplumu, sorun çözmek için “zor”dan, “kaba kuvvet”ten başka şeyler de olduğunu öğrendi. Ancak bu aşamada dünya ile barıştı. “Napoleon getirdi,” diye, “Müttefik işgali empoze etti,” diye iki önemli dönüm noktasında reddettiği (ama kendi imkânlarıyla bir türlü kuramadığı) demokrasiyi, bu üçüncü seferde, uluslararası destekle kurmayı ve yaşatmayı başardı. Bugün militarizmle ve onun çağrıştırdığı her şeyle, kendi suçlu geçmişiyle de yüzleşerek hesabını kesmiş bir toplum; demokrasi içinde yaşamaya kendini bağıtlamış, geleceğini de Avrupa Birliği’ne bağlamış.” (s. 261)
ALMANYA'DA İDEOLOJİNİN MİLİTARİZASYONU
“Özellikle modernleşmenin ordu öncülüğünde ve gözetiminde yapıldığı toplumlarda her zaman daha önce başkaları yaptığı için erişilmesi gereken hedefler vardır ve toplumsal dönüşümün önemli araçlarından biri yasal-bürokratik süreçtir. “Yukarıdan aşağıya dönüşüm” mantığı toplumun bütün kuramlarında yer etmiştir. “Planlı ilerlemek”, “düzenleyici devlet”, “merkezî koordinasyon” ve benzeri yapılanmalar, genel bir üslûp oluşturur ki, bunu militarist mantıkla bağdaştırmak hem kolaydır, hem de o mantık bu koşullarda yetişmiş kadrolara zaten ideal olarak görünür.” (s. 265)
Militarist düzende neden ve neye dayanarak insanlardan talep edilen her şeye uyulması istenirdi? Bunun gerekçesi nasıl açıklanırdı?
“Buna cevap olarak, ilkin, “kolektif’, bir özne çıkarmak iyi olur. Dünyada militarizmin etkilerini gösterdiği çağın en “şerefli”, en “prestijli” kolektif öznesi “millet”ti. Şu halde bu yapılanlar millet için, “bizim” milletimizin insanlık dünyası içinde hak ettiği şerefli yerde bulunmasını sağlamak içindir. Militarizm kendi varlığını milliyetçilik üzerinden meşrulaştırdığı için, milliyetçilikten bağışık olmasına imkân yoktur. Bu milliyetçiliğinin özellikleri, örneğin aynı zamanda ırkçı olması ya da olmaması ülkesindeki ve dünyadaki genel koşullara göre değişir, biçimlenir. Örneğin Prusya militarizmi belirgin biçimde ırkçı değildi, olması da gerekmiyordu. Ama Hitler’in iktidarında ordunun ırkçılıkla bağdaşması hiç zor olmadı.” (s. 266)
Belge, Almanya’da militarizmin gelişmesi, ideolojinin militarizasyonu anlatırken bol bol örnek veriyor. Bu iş kulüplere, düello kurumlarına kadar yayılıyor. Toplumda ise askerlik yapmayana kız yoktur söyleminden tutun da askerlerin sokaklarda işlediği suçları görmemezlikten gelmeye kadar uzanan bir liste var.
“Toplumun, hayatının bütün alanlarında bu yaklaşım ya da tarz ya da üslûbu benimsemiş olması, militarizmin topluma karşı kazanmayı umabileceği en büyük başarıdır. Bu büyük ölçüde “ideolojik” zafer 1) doğrudan doğruya ordunun, somut bir kurum olarak, toplum hayatının merkezine geçip oturmasını ve 2) toplumsal gidişin yönünü belirleyecek şekilde dümeni kendi eline almasını ve bunu yaparken 3) toplumda herhangi bir güç ya da varlığın onun böyle yapmasının meşruiyetini tartışmamasını sağlar.” (s. 304)
“Sonuç olarak, 1871’de kurulan Almanya’nın parlamentosu, 1848’de kurulan Frankfurt Diet’inden hissedilir şekilde daha etkili olamadı. Parlamento, Prusya aristokrasisinin gözünde “burjuva yönetimi” demekti. Böyle bir şeye boyun eğmeyi bir “şerefsizlik” sayıyorlardı. İktidarı veremeyen aristokrasi ve alamayan burjuvazi, sonunda aynı gemide oldukları için, isabetsiz kararlar veren ama kararlarının isabetsiz olduğuna dair hiçbir “feed-back” almayan ordusunun önderliğinde Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisine doğru emin adımlarla ilerledi. Bundan sonra, geriye kalmış bütün gücüyle, bilerek ya da bilmeyerek, doğrudan ya da dolaylı, Nazizmin Almanya’da iktidar olmasına katkıda bulundu; Nazizmle de oldukça kolay uzlaştı. Böylece bir Dünya Savaşı daha tarihte gelip geçti.” (s. 319)
İTALYA
Yazar, İtalya’yı anlatmaya başlamadan önce kısaca tarihine değiniyor. İtalya tarihi denilince aklıma önce Machiavelli ve Prens kitabında anlattığı ülkesinin farklı prensliklere bölünmüşlüğü ve birleşme hayali gelir.
“Alman kabilelerin Roma İmparatorluğu’nun son direnen kuramlarını da ortadan kaldırmaları 5. yüzyılın sonlarını buldu. Ancak bu zamana kadar, İtalya yarımadasında başka türden bir otorite kurulmuştu: Papa’nınki. Ortada siyası-idarî herhangi bir birlik kalmamasına rağmen, bu manevi otorite zihinde bir çeşit bütünlük yaratıyor, insanlara birbirleriyle belirli bağlar içinde yaşadıkları duygusunu veriyordu. Şüphesiz bu “cemaat” ruhu İtalya’nın dışına da yayılmış, Hıristiyan dünyanın en azından batı bölgelerini kaplamıştı, ama en güçlü hissedildiği yer İtalya’ydı. Askeri bakımdan daha güçlü olmayı sürdüren kuzey de, Alman Kralı IV. Heinrich’in karda yalın ayak özür dilemeye gelme hikâyesinde olduğu gibi, belirli konjonktürlerde bu otoritenin suyuna gitme gereğini duyabiliyordu.” (s. 324)
“Genel olarak İtalya’nın işleri ne zaman, hangi nedenlerle “yoluna girdi”? Bunda Haçlı Seferleri’nin dolaylı ve zaman zaman dolaysız payı olmuştur. 9. ve 10. yüzyıllarda İtalyan denizciliği gelişiyordu. Ama Akdeniz’de egemen olanlar hâlâ Araplardı. Haçlı Seferleri bu egemenliği kırdı. Araplardan kalan boşluğu da, başta Venedik, İtalyan liman kentleri doldurdu. Zaten seferler boyunca - ve tabii seferler arasında- her türlü ulaştırma işini onlar yapmıştı. Bu seferler başlamadan çok önceleri Venedik hem Bizans’la, hem de Arapların elindeki ticaret uğrakları olarak önemli liman kentleriyle ilişkilerini kurmuştu. Pisa yoluyla Floransa ve Cenova da Venedik’in geçtiği yollardan geçiyordu. Haçlı Seferleri olurken, bunların dördüncüsünde (1204), Venedik, eski süzereni Konstantinopolis’i de fethediverdi.” (s. 325)
Kitapta İtalya’da Mussolini iktidarına ve savaşa kadarki tarihi olaylar anlatılıyor. Devamında ise İtalya faşizmi ile Alman Nazizmi kıyaslanıyor.
“Faşizm ile Nazizmin farklı sistemler olduğunu ileri sürmek için hep başvurulan kanıt, “antisemitizm” olmuştur: İtalyan faşizmi özellikle ırkçı değildi, “antisemitist” de değildi. Evet, genel olarak doğru. Ama yüzde yüz doğru da değil. Az önce söylediğim sözü doğrulayan bir durum olduğu kanısındayım: Genel İtalyan ideolojisinin ırkçı ve bu çerçevede anti-semit olması güçtü çünkü bu ideoloji ister istemez zengin hümanist kültür çerçevesinde oluşan bir ideolojiydi. Nazizmle birlikte, sınıf ayrımlarından çok cinsel ayrımı öne çıkarmakta ortak davranıyordu.
“Ama ırk ayrımı Nazizm için daha ilk adımda olağanüstü büyük önem taşırken, İtalyan faşizminde böyle bir şey yoktu. Ne var ki, zaman içinde Almanya İtalya’dan değil, İtalya Almanya’dan öğrendi. Otuzlarda bu, belirgin bir eğilim haline geldi. 1933’te Mussolini’nin çıkardığı yeni “biyolojik” yasalara kadar, Eritre veya Somali’de doğmuş zenci-beyaz melez çocuklar İtalyan yurttaşı olabiliyordu. Bu durduruldu. 1938 nüfus sayımında ülkede yaşayan Yahudi sayısı saptandı: 58.000 kadar Yahudi vardı. Sonuna doğru burada da faşizm Nazizme taviz verdi. Örneğin, Roma’da Yahudi mahallesi daha Hıristiyanlık ortaya çıkmazdan önce kurulmuştu. Faşizm uygulamasında uzun süre bu insanlar ciddi sıkmalarla karşılaşmadılar. Ama savaş sırasında evleri basıldı, ele geçirilenler Nazilere teslim edildi, imha olunmak üzere kuzeydeki kamplara gönderildi. Çoğunluk, hayatını kaybetti.” (s. 365)
“Yani İtalyan faşizmi sonunda bu konuda da (en belirgin fark diye tanınan alanda) Alman Nazizmine teslim oldu. Teslim olmayan, sıradan İtalyan halkıdır. Bu uygulamalar başlayınca Yahudi kurtarmak anti-faşist İtalyan yurttaşlarının görev listelerine girdi.” (s. 366)
DEVAMI VE DİĞER BÖLÜMLER