Murat Belge - Militarist Modernleşme (3. Kısım: Japonya ve Hindistan)
Murat Belge, “Militarist Modernleşme” kitabında militarizmi üç örnek üzerinden ele alıyor. Bunlardan ilki Almanya örneğiydi. İkinci ülke ise Japonya’dır. Japonya hem kültürü hem konumu hem de tarihi itibariyle birçok yönden farklılıkların ülkesidir. Mesela burada ölmek, öldürmek hayatın içinde olan kavramlardır. Toplum sanki bunun üzerine inşa edilmiştir. Azıcık bir şeyler de yanlış gitsin hemen de oturup seppuku (bıçakla karnını yararak yaşamına son vermek) yapmayı şeref sayan bir kültürleri var. Zaten Belge de bütün bunlardan çeşitli örnekler vererek Japonya militarizmini ele alıyor.
Tabii, toplumun kültürün militaristleşmesinde Japonya’da samurailer önemli rol oynamıştır. Samurai belli bir dönem sonra kalsa da zihniyeti ta İkinci Dünya Savaşına kadar Japonya’yı terk etmeyecektir. Japonya’yı anlattıktan sonra yazar Hindistan’ı anlatıyor. Hindistan’da ise yine kendine has bir yapısı, tarihi ve kültürü var. Burada da belirli düzeyde milliyetçilik görülse de Japonya’nın aksine militarist bir düzen hiç olmadı. En ilginç bir nokta bağımsızlıktan sonra Hindistan’da hiç askeri darbe görülmezken, aynı toplumdan bölünerek Pakistan olan devlette bu tür darbeler hiç eksik olmamıştır.
JAPONYA
“Japonların tarihinin ne kadar geriye gittiğini çok iyi bilmiyoruz. Türklerle yakın bir soyları olduğunu da zaman zaman işitiriz, ama yakın zamanlarda yapılan araştırmalar bu tezleri epeyce zayıflattı. Soy olarak nereden gelirlerse gelsinler, Uzak Asya’daki herkes gibi Çin medeniyetinin etkilerini almışlardır. Bu en eski çağlara ilişkin bilgiler zaten daha çök Çin kaynaklarında bulunur. Japonya ancak İS 5. yüzyılda Çin’den yazıyı aldı ve bilgi birikimi bundan sonra başlayabildi. Bu çağların yan mitolojik bilgilerine göre, Güneş Tanrıçası Amaterasu’nun torunu Jimmu Tenno, ilk Japon İmparatorluğu’nu kuran kişidir. Onun bu tanrısal ilişkisinden ötürü, Japon imparatorları İÖ 7. yüzyıldan bu yana tanrı sayılır, tanrı soyundan geldiğine inanılır.
“Bu inanç, tabii, devletin başındaki kişiye, dolayısıyla da devlete, büyük bir saygı duyulmasını garanti altına alıyor. İkinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgi ve geçici Amerikan yönetimine kadar bunlar Japon tarihinin tartışılamaz olguları olarak okullarda öğretilmiş, Japon eğitim sisteminin temel doğrulan olmuştu. Olması da, asıl 19. yüzyılın sonlarında gerçekleşmişti. Eski mitlerden tarih yapma yöntemi zaten bu sıralarda bir kural haline geliyordu ve Avrupa’nın çok uzağındaki Japonya, dünya ile ilişkilerim kurmadığı bu tarihlerde, dünyanın başka yerlerinde olagelen birtakım işleri yapmaktan geri kalmamış oluyordu. Yani, Japon ulus-devletinin kuruluşunda da, ulusallaştırılmış bir mitolojinin oynadığı önemli bir rol olduğunu söyleyebiliriz.” (s. 373)
Japonya’da imparator tanrı sayılmakla birlikte, tanrı olduğu için de dünyevi işlere karışmasına pek izin vermiyorlardı. Bundan dolayı işleri general olarak tarif edebileceğimiz “şogunlar” idare ediyordu. Şugunluk kalkınca da yönetimde ordu söz sahibi oldu. Yani askerin, ordunun yönetimde söz sahibi olması çok eskilere dayanıyor ve sağlam temelleri var.
“Sei-i tai şogun, “barbarları ezen başkomutan” anlamına gelir. Gene 8. yüzyıldan beri Japonya’da böyle bir unvan vardı. Ama işlevi, anlamıyla sınırlıydı. Bir samurai olan Yoritomo’nun yüklendiği “şogun” adı ise artık bütün Japonya’yı yöneten kişi anlamına geliyordu. İmparator Kyoto’da oturuyor ve etliye sütlüye karışmıyor, her şeyi şogun çekip çeviriyordu. Üstelik şogunluk da babadan oğula geçmeye başlamıştı, yani o da hanedana dayanıyordu. Daha sonra Kamakura şogunluğu yıkıldı ama şogunluk kendisi 1867’ye kadar devam etti. Simgesel imparator ve gerçek iktidar arasında böyle bir aynın herhalde Japon siyasî gerçekliğinde ve siyasî ideolojide sağlam bir yere oturuyor; çünkü şogunluk kurulmadan önce bir “naiplik” sistemi gelenekleşmişti. Buna göre imparator tahtını bırakıp bir manastırda inzivaya çekiliyor, taht çocuk yaştaki oğluna kalıyor, ama çekilen imparator kararları vermeye devam ediyordu. 1867’de şogunluk kalktıktan bir süre sonra da kolektif bir güç olarak ordu fiilen iktidarı ele aldı ve imparatorun rolü gene simgesel eşti.” (s. 376)
2003 yapımı ve başrolde Tom Cruise’un oynadığı Son Samuray diye bir film var. Japonya’da eski kültür ile modernin çatışmasını anlatıyor. Bir tarafta geleneklerini korumaya alışan samurailer, diğer yandan ise modernleşmek, Batılılaşmak isteyen ve modern ordu kurarak samurailerin kökünü kazımak isteyenler kesim var. Tabii film öyle bir açıdan olaya yaklaşıyor ki izleyici samurailere hayran oluyor, onlara üzülüyor, Batılıları Japonyayı sömürmeye gelen çıkarcılar olarak gösteriyor (bir anlamda öyledir) ve sonunda Japonya’nın teknolojik olarak modernleşerek Japonluğunu koruyabilen bir ülke olarak gösteriyor. Belge de kitapta buna değiniyor.
“Öte yandan, dünyadaki genel kanı ve özellikle buradaki genel kanı, Japonya’nın öncelikli sorununun geleneksel yapısını koruyarak Batılılaşmak olduğu, gerekli teknolojiyi almakla yetinip Japonluğunu koruduğu yolundadır. Özellikle Türkiye’de bu “koruma” işinde Japonlar kadar başarılı olamadığımızı düşünenler çoğunluğu meydana getirir. Bu, doğru mu?” (394-395)
JAPONYA’DA AYDINLANMA
“Meici”nin, kelime olarak, “Aydınlanma” anlamına geldiğini söylemiştim. Yeni rejime böyle bir ad verilmesinde herhangi bir ikiyüzlülüğün rol oynamış olacağını sanmıyorum. Tıpkı bizdeki “münevver/tenvirat” terminolojisi gibi, Batı’yı ve bilimini belirli bir mesafeden izleyen ve onunla aynı kulvarda ilerlemek üzere bir programı yürürlüğe koyan herhangi bir “Batılı olmayan” toplumdaki gibi, bu “aydınlık” metaforu somut ve nesnel konumun doğal bir uzantısı olarak ortaya çıkıyordu. Ama bu ad altında yapılanların “aydınlanma” (18. yüzyıldaki özgül veya sonrasını kapsayacak genel anlamlarıyla) ile bir ilgisi olduğunu söylemek zordur. Bu konuda, öncelikle Herder’iyle başı çeken Almanya gibi Japonya ve daha sonra da Türkiye “aydınlanma” ve rasyonalizme değil, romantizme ve millî mistisizme yöneldiler.” (s. 398)
Japonya’da modernleşme ve militarizm ileriki dönemde sıkışıp kaldıkları adanın dışına çıkmayı da gerektirir. Belirli bir güce sahip olduktan ve bir de kendilerine güven veren birkaç zaferden sonra da artık bölgesel ve daha sonra bir dünya güç olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye başlarlar.
“1871’de, Satsuma bölgesinin himayesi altında olan Ryukuku Adaları’ndan (kimi transkripsiyon sistemlerinde “Luchus” olarak geçer. Sonradan “Ryukuku” olarak bellediğimiz adaların en büyüğü de ünlü Okinava’dır) bir grup balıkçı Tayvan Adası’na düşmüş ve Çin’e bağlı bulunan bu adanın yerlileri tarafından öldürülmüşlerdi. Japonya bununla ilgili diplomatik bir girişim başlattı. Tayvan’ı (“Formoza” da denir) elinde tutan Çin’den resmî bir özür ve açıklama talep etti. Bunlar yapılmayınca başlangıçta önemli sayılır bir eyleme girişmedi. Ama 1874’te, biraz da işsiz kaldığı için huzursuzlanan samuraileri oyalamak üzere, Tayvan’a bir sefer başlattı. Bu adanın ele geçirilmesi, Yoşida’nın vaktiyle Japonya’ya biçtiği kader çizgisi üzerindeki aşamalardan biriydi. Okinava 1879’da Japonya tarafından ilhak edilirken Tayvan cezalandırılmış oldu. 1895’te o da Japon toprağı haline getirilecekti. Bu erken aşamada, Rusya ile de bir antlaşma yapılmış, Sakhalin Rusya’ya bırakılırken bunun karşılığında Kuril Adaları da Japonya’nın eline geçmişti. 1880 öncesinde bunlar öyle çok önemli görünen olaylar değildi ama Meici rejiminin kurulmasından 10 yıl sonra Japonya’nın kabına sığmakta zorlanmaya başladığının ilk sinyalleri olarak yorumlanabilirdi.” (s. 399-400)
Devamında Japonya, Tayvan’ı, Çin’in Mançuryası ve Kore’yi ilhak eder.
“Rusya’nın Kore’de ve çevrede etkisini artırma yolları aramaya başlaması, Japonya'nın huylanmasına yol açacak bir durumdu. Nitekim, Liaodong ve kraliçenin öldürülmesi gibi olaylarla başlayan süreç 1904’te Rus-Japon savaşında son buldu. Bir yıl kadar sonra, 1905’te, Portsmouth Antlaşması ile savaş bitti. Japonya savaşı kazanmıştı. Böyle bir sonuç beklenmiyordu; onun için her yerde şaşkınlık yarattı. Önemli olay, bir Asya ülkesinin bir Avrupa ülkesini yenebilmiş olmasıydı. Özellikle Japonya’nın kendine güveni arttı. Önce Çin’i, sonra Rusya’yı yenmiş, artık hiç tartışılmaz biçimde “Büyük Devletler” arasına girmişti.” (s. 401)
JAPONYA ORDUSUNDA DARBE FURYASI
Bir de Japonya’da ordu tarafından yapılan darbeler ve suikastlar var. Japonya’da belirli bir dönemde devlet adamı ya da belirli bir konumda olup da eceliyle ölen kişi sayısının sayılı olduğuna dikkat çeker yazar. Zaten başta da değinmiştim ve Murat Belge de Japonya’yı anlatırken ölüm, öldürme, ölme, seppuku gibi kavramların toplumun iliklerine kadar işleyen kültürel gelenekler olduğunu sık sık anlatıyor. Bu da öldürme ve suikastlara bir örnek alıntı.
“Tanaka hükümetinin istifa ettiğini söyledim. Tanaka hükümeti, 1930’da, Başbakan Hamaguçi’nin öldürülmesi üstüne kurulmuştu. Bunu yapan bir sivil sağcıydı. Ertesi yıl “Mart Olayı” diye bilinen
darbe girişimi bastırıldı. 1932’de eski maliye bakanı İnoue Cunnosuke ile Mitsui’nin yöneticilerinden Dan Takuma öldürüldü. Gene aynı yıl bir grup radikal deniz subayı yeni başbakan Inukai’yi öldürdü.
1935’te ordu içi çekişmeler sonucunda General Nagata öldürüldü. 1936’da yeniden bir genç subaylar darbe girişimi oldu ve subaylar iki tanınmış politikacıyı (biri gene maliye bakabı) öldürdüler. Örgütün adı, Kan Kardeşliği! O kadar tanınmamış birçok politikacı da bu birkaç gün içinde hayatını kaybetti. Sonunda imparator hareketi yasadışı ilan edince ordu harekete geçebildi. “Elebaşılar” kapalı oturumlarda mahkûm oldu ve idam edildi.” (s. 414)
Bu da ordunun ne kadar yetki ve söz sahibi olduğunu gösteren bir olay.
“Hükümetleri gene siviller kuruyordu. Ama varolan hukukta kara ve deniz ordularına (kara ordusunu genellikle Küşü, Deniz’i ise Satsuma kurmuştur) çok önemli belirleme imkânı tanıyan maddeler vardı. Kabinede ikisinin de birer bakanlıkla temsil edilmesi zorunluğu bulunuyordu. Ama başbakan istediği kişiyi bu mevkilere getiremiyordu. Çünkü kara ve deniz komutanlarının izni gerekiyordu. Komutanın izin verdiğinden başkası atanamadığı, bakanlık boş kalınca hükümet kumlamadığı için, başbakanın komutanlarla anlaşmak dışında bir çaresi yoktu. Bu yalnız kimin bakan olacağı konusunda anlaşmak da değildi. Komutan, hükümet ugulamalarında herhangi bir şeyden hoşnut kalmamışsa, bakanı çekebiliyordu.” (s. 450)
Japonlar için ölüm ve eski bir samurainin bu konuda anlattıkları:
“Yamamoto Kiçizaimon’a beş yaşındayken babası bir köpeği kesmesini emretmişti. On beş yaşına gelince de bir mahkûmu idam etti. On dört, on beş yaşına gelen herkes mutlaka kafa uçurmayı öğrenirdi...
Geçen yıl kafa uçurmakta kendimi denemek için Kase idam yerine gittim. Çok güzel bir duygu olduğunu gördüm. Bunun insana kötü geleceğini düşünmek korkaklıktır.” (s. 462-463)
SEPPUKU
“Şimdi okurlarımın seppuku'nun sadece bir intihar süreci olmadığını anlamalarını bekliyorum. Hukuki ve törensel bir kurumdu. Ortaçağ’ın bir icadı olarak, savaşçıların suçlarının kefaretini ödediği, yanlışlarından özür dilediği, rezil olmaktan kaçtığı, dostlarını kazandığı, içtenliğini kanıtladığı bir süreçti (Nitobe, 2009: 80).
“Sonra Nitobe birkaç seppuku hikâyesi anlatıyor. Birinde, İeyasu’ya suikast düzenleyen iki kardeşle sekiz yaşındaki küçük kardeşleri var. Yakalanınca, cesaretlerinden ötürü, İeyasu böyle intihar ederek ölmelerine izin veriyor. Sekiz yaşındaki “Ben bunu yapmayı bilmiyorum. Size bakayım da öğreneyim,” diyor. Öyle yapıyorlar. İki ağabey, sırayla, “Bak, böyle yapacaksın,” diye küçüğe de öğreterek karınlarını deşiyorlar. Sonra o da aynı şeyi yapıyor.” (s. 467)
HİNDİSTAN
“Asya’nın üç devi Çin, Hindistan ve Japonya, aynı zamanda, Batı’dan doğan üç siyasi çizginin de kıtalarındaki temsilcisi oldular. Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nda pes edene kadar faşizmin Asya kolunu temsil etti. Çin ise 1949’da komünist rejimini kurduktan ve uzun süre yaşattıktan sonra, dümenini yeniden kapitalizme doğru kırdı. Bakalım, sonuç ne olacak.
“Hindistan ise parlamenter demokrasiyi seçmişti ve toplumun geçirdiği bütün büyük sarsıntılara rağmen, rejimde radikal bir değişim gözlemlenmedi. Buna rağmen, Hindistan’ın, olgunlaşmış bir liberal demokratik rejime hangi tarihte daha yakın olduğu tartışılabilir: Bugün mü, yoksa 1947’de mi? Korkarım İkincisi. Bu doğruysa, böyle olması, demokrasinin Hindistan için çok başarılı olmadığım gösteriyor olabilir. Öyleyse, niçin? Bu bölümde iyi kötü cevap bulmaya çalışacağım sorulardan birisi de bu olacak.
“Hindistan’ı, daha doğrusu Hindu dinini barışçıl bir din olarak değerlendirme eğilimi oldukça yaygındır. Hindistan’ı incelemeye başlamadan önce ben de böyle düşünürdüm; Gandhi’den çok Hinduizmin başarısına inanırdım. Şimdi bunun tam karşıtını düşünüyorum. Gandhi’ninki, Hinduizmin mümkün olan yorumlarından sadece bir tanesi. Başkalarının nasıl şeyler olacağını anlamak için, bugünkü faşizan Hindu milliyetçiliğine göz atmak yeterli. Bunu tesbit edince de, Gandhi’nin barışçıl mücadelesi insanın gözünde devasa boyutlar kazanıyor.” (s. 480)
Murat Belge, Hindistan’ın tarihini çok eskilerden başlatmıyor ama Arya adlandırılan halkın gelip Hindistan’a yerleşmesinden bahsediyor. Tabii Hindistan çok büyük bir ülke ve hiçbir zaman tam bir birlik sağlanamamıştır. Ta ki Babürlere kadar. Onlar da hepsine olmasa da büyük bir kısmını kontrol altına aldılar.
BABÜRLER SONRA İNGİLİZLER
“Britanya, Bengal’den başlayarak, alt-kıtanın tamamına egemen oldu. İnsanı şaşırtacak kadar kolay, arızasız bir süreç oldu bu. Muhtemel neden, Babürlü devletinin ortadan kalkmasının yarattığı boşluğu doldurmaya en yatkın fiziksel varlığın, Britanya’nınki olmasıdır. Hindistan’ın tamamını otoritesi altında birleştirecek güç, Hindistan’ın kendi içinde kalmamıştı. Onun yokluğunda yönetimi ele geçiren Britanya da, kendisini oraya getiren koşulların orada kalıcı olmasına katkıda bulunacağını da gördüğü için, Hindistan’ın varolan yapısına ilişmedi. Bu zaten imparatorlukların bilinen genel stratejisidir: İlhak edilen ülkenin içişlerine karışılmaz. Karışmak, akıl kârı değildir. Toplumun seçkinleri, ileri gelenleri ile ittifak kurulur. Onların kendi aklarında yer alan sınıf ve tabakalarla ilişkilerinin değişmemesine özen gösterilir. Kolonizator güç, imparatorluğuna kattığı ülkeden/bölgeden alacağı vergiyi, geliri vb. bu yerli ve yerel seçkinler kanalıyla toplar. Kendi siyasî egemenliğini sistemleştirmesi için gerekli alanın dışında, bu ülkenin/bölgenin yerel hukukuna da uzun boylu karışmaz. Böyle işleri de yerel seçkinlerin kararlarına bırakır. Britanya buralarda görünmeden çok önce Babürlüler de Hinduların düzenlerine burnunu sokmamaya aynı şekilde karar vermişlerdi.” (s. 501)
Hindistan’ın kendine has yapısı ve bir kast sistemi olmuştur. Bu da bizim bildiğimiz anlamda modernleşmeyi engelleyen faktörlerdendir. Batılı ülkelerde gördüğümüz modernleşme ve ulus-devlet olma süreci, yani bir burjuvazi sınıfının oluşması ve modernleşme hareketine önderlik etmesi, Hindistan’da görülmemiştir. Çünkü böyle bir sınıf oluşamamıştır. Bunun sebebi de şöyle izah edilebilir:
“Hindistan’da doğal olarak Britanya’ya karşı hâlâ tam dinmemiş bir öfke vardır. Bu, anlaşılır ve haklı görülesi -yani hak edilmiş bir şeydir. Ama zaman zaman, Hintlilerin ölçüyü kaçırdığı ve bugün hoşnut kalmadıkları her şeyden Britanya’nın varlığını sorumlu tutma eğilimine girdikleri söylenebilir. Aslında, Hindu milliyetçiliğinin İslâm’la (yani öncelikle Pakistan’la) itişerek yükseldiği son dönemde Britanya’nın bazen arka planda kaldığı ve asıl “kabahatli” olarak Müslüman Babürlülerin öne çıktığı görülüyor. Ama Hindistan toplumunun derin yapısına bakıldığında, bugün bile modernleşmeye engel çıkaran temel yapılanmanın bu “dışarlıklı”ların gelişinden çok daha eskiden beri burada biçimlendiği, dolayısıyla sorunun kaynağının bu anlamda “yerli” olduğu görülüyor.” (s. 503)
“Anlattığım bu yapı içinden ciddi bir aristokrasi çıkmamıştı. Bu bakımdan, yukarıda gördüğümüz Japonya gibi bir güçlü (ve askerî) sınıf yoktu. Dolayısıyla modernleşme sürecinin militaristleşmesini kolaylaştıracak veya öylesini kaçınılmaz kılacak bir toplumsal temel yoktu. Antik ve statik toplumsal yapı Hindistan’ın yoksulluğunun, modernleşme sürecinin ağır aksaklığının başlıca nedenidir; ama bu aynı yapı, militarizme ve faşizme de (Japon tipi) geçit vermedi.” (s. 505)
Yazar bu bölüde önemli yeri Gandhi’ye ayırıyor. Zaten Gandhi’siz bir Hindistan tarih anlatımı da düşünülemez. Hindistan tarihinin özetini yapacak olursa belirli ölçüde milliyetçilik oluşsa da militarist bir düzen, ordunun sık sık darbe yaptığı bir ülke hiçbir zaman olmadı. Buna rağmen ayrılarak Pakistan olan kısmında ordu darbelerini sık sık görüyoruz. Tabii aynı bölge ve insandan çıkan bu iki farklı ülkede görülen militarizmin sebebi nedir? Pakistan bu kitabın konusu olmadığı için bu konuya girilmiyor.
DEVAMI VE DİĞER BÖLÜMLER
Tabii, toplumun kültürün militaristleşmesinde Japonya’da samurailer önemli rol oynamıştır. Samurai belli bir dönem sonra kalsa da zihniyeti ta İkinci Dünya Savaşına kadar Japonya’yı terk etmeyecektir. Japonya’yı anlattıktan sonra yazar Hindistan’ı anlatıyor. Hindistan’da ise yine kendine has bir yapısı, tarihi ve kültürü var. Burada da belirli düzeyde milliyetçilik görülse de Japonya’nın aksine militarist bir düzen hiç olmadı. En ilginç bir nokta bağımsızlıktan sonra Hindistan’da hiç askeri darbe görülmezken, aynı toplumdan bölünerek Pakistan olan devlette bu tür darbeler hiç eksik olmamıştır.
JAPONYA
“Japonların tarihinin ne kadar geriye gittiğini çok iyi bilmiyoruz. Türklerle yakın bir soyları olduğunu da zaman zaman işitiriz, ama yakın zamanlarda yapılan araştırmalar bu tezleri epeyce zayıflattı. Soy olarak nereden gelirlerse gelsinler, Uzak Asya’daki herkes gibi Çin medeniyetinin etkilerini almışlardır. Bu en eski çağlara ilişkin bilgiler zaten daha çök Çin kaynaklarında bulunur. Japonya ancak İS 5. yüzyılda Çin’den yazıyı aldı ve bilgi birikimi bundan sonra başlayabildi. Bu çağların yan mitolojik bilgilerine göre, Güneş Tanrıçası Amaterasu’nun torunu Jimmu Tenno, ilk Japon İmparatorluğu’nu kuran kişidir. Onun bu tanrısal ilişkisinden ötürü, Japon imparatorları İÖ 7. yüzyıldan bu yana tanrı sayılır, tanrı soyundan geldiğine inanılır.
“Bu inanç, tabii, devletin başındaki kişiye, dolayısıyla da devlete, büyük bir saygı duyulmasını garanti altına alıyor. İkinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgi ve geçici Amerikan yönetimine kadar bunlar Japon tarihinin tartışılamaz olguları olarak okullarda öğretilmiş, Japon eğitim sisteminin temel doğrulan olmuştu. Olması da, asıl 19. yüzyılın sonlarında gerçekleşmişti. Eski mitlerden tarih yapma yöntemi zaten bu sıralarda bir kural haline geliyordu ve Avrupa’nın çok uzağındaki Japonya, dünya ile ilişkilerim kurmadığı bu tarihlerde, dünyanın başka yerlerinde olagelen birtakım işleri yapmaktan geri kalmamış oluyordu. Yani, Japon ulus-devletinin kuruluşunda da, ulusallaştırılmış bir mitolojinin oynadığı önemli bir rol olduğunu söyleyebiliriz.” (s. 373)
Japonya’da imparator tanrı sayılmakla birlikte, tanrı olduğu için de dünyevi işlere karışmasına pek izin vermiyorlardı. Bundan dolayı işleri general olarak tarif edebileceğimiz “şogunlar” idare ediyordu. Şugunluk kalkınca da yönetimde ordu söz sahibi oldu. Yani askerin, ordunun yönetimde söz sahibi olması çok eskilere dayanıyor ve sağlam temelleri var.
“Sei-i tai şogun, “barbarları ezen başkomutan” anlamına gelir. Gene 8. yüzyıldan beri Japonya’da böyle bir unvan vardı. Ama işlevi, anlamıyla sınırlıydı. Bir samurai olan Yoritomo’nun yüklendiği “şogun” adı ise artık bütün Japonya’yı yöneten kişi anlamına geliyordu. İmparator Kyoto’da oturuyor ve etliye sütlüye karışmıyor, her şeyi şogun çekip çeviriyordu. Üstelik şogunluk da babadan oğula geçmeye başlamıştı, yani o da hanedana dayanıyordu. Daha sonra Kamakura şogunluğu yıkıldı ama şogunluk kendisi 1867’ye kadar devam etti. Simgesel imparator ve gerçek iktidar arasında böyle bir aynın herhalde Japon siyasî gerçekliğinde ve siyasî ideolojide sağlam bir yere oturuyor; çünkü şogunluk kurulmadan önce bir “naiplik” sistemi gelenekleşmişti. Buna göre imparator tahtını bırakıp bir manastırda inzivaya çekiliyor, taht çocuk yaştaki oğluna kalıyor, ama çekilen imparator kararları vermeye devam ediyordu. 1867’de şogunluk kalktıktan bir süre sonra da kolektif bir güç olarak ordu fiilen iktidarı ele aldı ve imparatorun rolü gene simgesel eşti.” (s. 376)
2003 yapımı ve başrolde Tom Cruise’un oynadığı Son Samuray diye bir film var. Japonya’da eski kültür ile modernin çatışmasını anlatıyor. Bir tarafta geleneklerini korumaya alışan samurailer, diğer yandan ise modernleşmek, Batılılaşmak isteyen ve modern ordu kurarak samurailerin kökünü kazımak isteyenler kesim var. Tabii film öyle bir açıdan olaya yaklaşıyor ki izleyici samurailere hayran oluyor, onlara üzülüyor, Batılıları Japonyayı sömürmeye gelen çıkarcılar olarak gösteriyor (bir anlamda öyledir) ve sonunda Japonya’nın teknolojik olarak modernleşerek Japonluğunu koruyabilen bir ülke olarak gösteriyor. Belge de kitapta buna değiniyor.
“Öte yandan, dünyadaki genel kanı ve özellikle buradaki genel kanı, Japonya’nın öncelikli sorununun geleneksel yapısını koruyarak Batılılaşmak olduğu, gerekli teknolojiyi almakla yetinip Japonluğunu koruduğu yolundadır. Özellikle Türkiye’de bu “koruma” işinde Japonlar kadar başarılı olamadığımızı düşünenler çoğunluğu meydana getirir. Bu, doğru mu?” (394-395)
JAPONYA’DA AYDINLANMA
“Meici”nin, kelime olarak, “Aydınlanma” anlamına geldiğini söylemiştim. Yeni rejime böyle bir ad verilmesinde herhangi bir ikiyüzlülüğün rol oynamış olacağını sanmıyorum. Tıpkı bizdeki “münevver/tenvirat” terminolojisi gibi, Batı’yı ve bilimini belirli bir mesafeden izleyen ve onunla aynı kulvarda ilerlemek üzere bir programı yürürlüğe koyan herhangi bir “Batılı olmayan” toplumdaki gibi, bu “aydınlık” metaforu somut ve nesnel konumun doğal bir uzantısı olarak ortaya çıkıyordu. Ama bu ad altında yapılanların “aydınlanma” (18. yüzyıldaki özgül veya sonrasını kapsayacak genel anlamlarıyla) ile bir ilgisi olduğunu söylemek zordur. Bu konuda, öncelikle Herder’iyle başı çeken Almanya gibi Japonya ve daha sonra da Türkiye “aydınlanma” ve rasyonalizme değil, romantizme ve millî mistisizme yöneldiler.” (s. 398)
Japonya’da modernleşme ve militarizm ileriki dönemde sıkışıp kaldıkları adanın dışına çıkmayı da gerektirir. Belirli bir güce sahip olduktan ve bir de kendilerine güven veren birkaç zaferden sonra da artık bölgesel ve daha sonra bir dünya güç olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye başlarlar.
“1871’de, Satsuma bölgesinin himayesi altında olan Ryukuku Adaları’ndan (kimi transkripsiyon sistemlerinde “Luchus” olarak geçer. Sonradan “Ryukuku” olarak bellediğimiz adaların en büyüğü de ünlü Okinava’dır) bir grup balıkçı Tayvan Adası’na düşmüş ve Çin’e bağlı bulunan bu adanın yerlileri tarafından öldürülmüşlerdi. Japonya bununla ilgili diplomatik bir girişim başlattı. Tayvan’ı (“Formoza” da denir) elinde tutan Çin’den resmî bir özür ve açıklama talep etti. Bunlar yapılmayınca başlangıçta önemli sayılır bir eyleme girişmedi. Ama 1874’te, biraz da işsiz kaldığı için huzursuzlanan samuraileri oyalamak üzere, Tayvan’a bir sefer başlattı. Bu adanın ele geçirilmesi, Yoşida’nın vaktiyle Japonya’ya biçtiği kader çizgisi üzerindeki aşamalardan biriydi. Okinava 1879’da Japonya tarafından ilhak edilirken Tayvan cezalandırılmış oldu. 1895’te o da Japon toprağı haline getirilecekti. Bu erken aşamada, Rusya ile de bir antlaşma yapılmış, Sakhalin Rusya’ya bırakılırken bunun karşılığında Kuril Adaları da Japonya’nın eline geçmişti. 1880 öncesinde bunlar öyle çok önemli görünen olaylar değildi ama Meici rejiminin kurulmasından 10 yıl sonra Japonya’nın kabına sığmakta zorlanmaya başladığının ilk sinyalleri olarak yorumlanabilirdi.” (s. 399-400)
Devamında Japonya, Tayvan’ı, Çin’in Mançuryası ve Kore’yi ilhak eder.
“Rusya’nın Kore’de ve çevrede etkisini artırma yolları aramaya başlaması, Japonya'nın huylanmasına yol açacak bir durumdu. Nitekim, Liaodong ve kraliçenin öldürülmesi gibi olaylarla başlayan süreç 1904’te Rus-Japon savaşında son buldu. Bir yıl kadar sonra, 1905’te, Portsmouth Antlaşması ile savaş bitti. Japonya savaşı kazanmıştı. Böyle bir sonuç beklenmiyordu; onun için her yerde şaşkınlık yarattı. Önemli olay, bir Asya ülkesinin bir Avrupa ülkesini yenebilmiş olmasıydı. Özellikle Japonya’nın kendine güveni arttı. Önce Çin’i, sonra Rusya’yı yenmiş, artık hiç tartışılmaz biçimde “Büyük Devletler” arasına girmişti.” (s. 401)
JAPONYA ORDUSUNDA DARBE FURYASI
Bir de Japonya’da ordu tarafından yapılan darbeler ve suikastlar var. Japonya’da belirli bir dönemde devlet adamı ya da belirli bir konumda olup da eceliyle ölen kişi sayısının sayılı olduğuna dikkat çeker yazar. Zaten başta da değinmiştim ve Murat Belge de Japonya’yı anlatırken ölüm, öldürme, ölme, seppuku gibi kavramların toplumun iliklerine kadar işleyen kültürel gelenekler olduğunu sık sık anlatıyor. Bu da öldürme ve suikastlara bir örnek alıntı.
“Tanaka hükümetinin istifa ettiğini söyledim. Tanaka hükümeti, 1930’da, Başbakan Hamaguçi’nin öldürülmesi üstüne kurulmuştu. Bunu yapan bir sivil sağcıydı. Ertesi yıl “Mart Olayı” diye bilinen
darbe girişimi bastırıldı. 1932’de eski maliye bakanı İnoue Cunnosuke ile Mitsui’nin yöneticilerinden Dan Takuma öldürüldü. Gene aynı yıl bir grup radikal deniz subayı yeni başbakan Inukai’yi öldürdü.
1935’te ordu içi çekişmeler sonucunda General Nagata öldürüldü. 1936’da yeniden bir genç subaylar darbe girişimi oldu ve subaylar iki tanınmış politikacıyı (biri gene maliye bakabı) öldürdüler. Örgütün adı, Kan Kardeşliği! O kadar tanınmamış birçok politikacı da bu birkaç gün içinde hayatını kaybetti. Sonunda imparator hareketi yasadışı ilan edince ordu harekete geçebildi. “Elebaşılar” kapalı oturumlarda mahkûm oldu ve idam edildi.” (s. 414)
Bu da ordunun ne kadar yetki ve söz sahibi olduğunu gösteren bir olay.
“Hükümetleri gene siviller kuruyordu. Ama varolan hukukta kara ve deniz ordularına (kara ordusunu genellikle Küşü, Deniz’i ise Satsuma kurmuştur) çok önemli belirleme imkânı tanıyan maddeler vardı. Kabinede ikisinin de birer bakanlıkla temsil edilmesi zorunluğu bulunuyordu. Ama başbakan istediği kişiyi bu mevkilere getiremiyordu. Çünkü kara ve deniz komutanlarının izni gerekiyordu. Komutanın izin verdiğinden başkası atanamadığı, bakanlık boş kalınca hükümet kumlamadığı için, başbakanın komutanlarla anlaşmak dışında bir çaresi yoktu. Bu yalnız kimin bakan olacağı konusunda anlaşmak da değildi. Komutan, hükümet ugulamalarında herhangi bir şeyden hoşnut kalmamışsa, bakanı çekebiliyordu.” (s. 450)
Japonlar için ölüm ve eski bir samurainin bu konuda anlattıkları:
“Yamamoto Kiçizaimon’a beş yaşındayken babası bir köpeği kesmesini emretmişti. On beş yaşına gelince de bir mahkûmu idam etti. On dört, on beş yaşına gelen herkes mutlaka kafa uçurmayı öğrenirdi...
Geçen yıl kafa uçurmakta kendimi denemek için Kase idam yerine gittim. Çok güzel bir duygu olduğunu gördüm. Bunun insana kötü geleceğini düşünmek korkaklıktır.” (s. 462-463)
SEPPUKU
“Şimdi okurlarımın seppuku'nun sadece bir intihar süreci olmadığını anlamalarını bekliyorum. Hukuki ve törensel bir kurumdu. Ortaçağ’ın bir icadı olarak, savaşçıların suçlarının kefaretini ödediği, yanlışlarından özür dilediği, rezil olmaktan kaçtığı, dostlarını kazandığı, içtenliğini kanıtladığı bir süreçti (Nitobe, 2009: 80).
“Sonra Nitobe birkaç seppuku hikâyesi anlatıyor. Birinde, İeyasu’ya suikast düzenleyen iki kardeşle sekiz yaşındaki küçük kardeşleri var. Yakalanınca, cesaretlerinden ötürü, İeyasu böyle intihar ederek ölmelerine izin veriyor. Sekiz yaşındaki “Ben bunu yapmayı bilmiyorum. Size bakayım da öğreneyim,” diyor. Öyle yapıyorlar. İki ağabey, sırayla, “Bak, böyle yapacaksın,” diye küçüğe de öğreterek karınlarını deşiyorlar. Sonra o da aynı şeyi yapıyor.” (s. 467)
HİNDİSTAN
“Asya’nın üç devi Çin, Hindistan ve Japonya, aynı zamanda, Batı’dan doğan üç siyasi çizginin de kıtalarındaki temsilcisi oldular. Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nda pes edene kadar faşizmin Asya kolunu temsil etti. Çin ise 1949’da komünist rejimini kurduktan ve uzun süre yaşattıktan sonra, dümenini yeniden kapitalizme doğru kırdı. Bakalım, sonuç ne olacak.
“Hindistan ise parlamenter demokrasiyi seçmişti ve toplumun geçirdiği bütün büyük sarsıntılara rağmen, rejimde radikal bir değişim gözlemlenmedi. Buna rağmen, Hindistan’ın, olgunlaşmış bir liberal demokratik rejime hangi tarihte daha yakın olduğu tartışılabilir: Bugün mü, yoksa 1947’de mi? Korkarım İkincisi. Bu doğruysa, böyle olması, demokrasinin Hindistan için çok başarılı olmadığım gösteriyor olabilir. Öyleyse, niçin? Bu bölümde iyi kötü cevap bulmaya çalışacağım sorulardan birisi de bu olacak.
“Hindistan’ı, daha doğrusu Hindu dinini barışçıl bir din olarak değerlendirme eğilimi oldukça yaygındır. Hindistan’ı incelemeye başlamadan önce ben de böyle düşünürdüm; Gandhi’den çok Hinduizmin başarısına inanırdım. Şimdi bunun tam karşıtını düşünüyorum. Gandhi’ninki, Hinduizmin mümkün olan yorumlarından sadece bir tanesi. Başkalarının nasıl şeyler olacağını anlamak için, bugünkü faşizan Hindu milliyetçiliğine göz atmak yeterli. Bunu tesbit edince de, Gandhi’nin barışçıl mücadelesi insanın gözünde devasa boyutlar kazanıyor.” (s. 480)
Murat Belge, Hindistan’ın tarihini çok eskilerden başlatmıyor ama Arya adlandırılan halkın gelip Hindistan’a yerleşmesinden bahsediyor. Tabii Hindistan çok büyük bir ülke ve hiçbir zaman tam bir birlik sağlanamamıştır. Ta ki Babürlere kadar. Onlar da hepsine olmasa da büyük bir kısmını kontrol altına aldılar.
BABÜRLER SONRA İNGİLİZLER
“Britanya, Bengal’den başlayarak, alt-kıtanın tamamına egemen oldu. İnsanı şaşırtacak kadar kolay, arızasız bir süreç oldu bu. Muhtemel neden, Babürlü devletinin ortadan kalkmasının yarattığı boşluğu doldurmaya en yatkın fiziksel varlığın, Britanya’nınki olmasıdır. Hindistan’ın tamamını otoritesi altında birleştirecek güç, Hindistan’ın kendi içinde kalmamıştı. Onun yokluğunda yönetimi ele geçiren Britanya da, kendisini oraya getiren koşulların orada kalıcı olmasına katkıda bulunacağını da gördüğü için, Hindistan’ın varolan yapısına ilişmedi. Bu zaten imparatorlukların bilinen genel stratejisidir: İlhak edilen ülkenin içişlerine karışılmaz. Karışmak, akıl kârı değildir. Toplumun seçkinleri, ileri gelenleri ile ittifak kurulur. Onların kendi aklarında yer alan sınıf ve tabakalarla ilişkilerinin değişmemesine özen gösterilir. Kolonizator güç, imparatorluğuna kattığı ülkeden/bölgeden alacağı vergiyi, geliri vb. bu yerli ve yerel seçkinler kanalıyla toplar. Kendi siyasî egemenliğini sistemleştirmesi için gerekli alanın dışında, bu ülkenin/bölgenin yerel hukukuna da uzun boylu karışmaz. Böyle işleri de yerel seçkinlerin kararlarına bırakır. Britanya buralarda görünmeden çok önce Babürlüler de Hinduların düzenlerine burnunu sokmamaya aynı şekilde karar vermişlerdi.” (s. 501)
Hindistan’ın kendine has yapısı ve bir kast sistemi olmuştur. Bu da bizim bildiğimiz anlamda modernleşmeyi engelleyen faktörlerdendir. Batılı ülkelerde gördüğümüz modernleşme ve ulus-devlet olma süreci, yani bir burjuvazi sınıfının oluşması ve modernleşme hareketine önderlik etmesi, Hindistan’da görülmemiştir. Çünkü böyle bir sınıf oluşamamıştır. Bunun sebebi de şöyle izah edilebilir:
“Hindistan’da doğal olarak Britanya’ya karşı hâlâ tam dinmemiş bir öfke vardır. Bu, anlaşılır ve haklı görülesi -yani hak edilmiş bir şeydir. Ama zaman zaman, Hintlilerin ölçüyü kaçırdığı ve bugün hoşnut kalmadıkları her şeyden Britanya’nın varlığını sorumlu tutma eğilimine girdikleri söylenebilir. Aslında, Hindu milliyetçiliğinin İslâm’la (yani öncelikle Pakistan’la) itişerek yükseldiği son dönemde Britanya’nın bazen arka planda kaldığı ve asıl “kabahatli” olarak Müslüman Babürlülerin öne çıktığı görülüyor. Ama Hindistan toplumunun derin yapısına bakıldığında, bugün bile modernleşmeye engel çıkaran temel yapılanmanın bu “dışarlıklı”ların gelişinden çok daha eskiden beri burada biçimlendiği, dolayısıyla sorunun kaynağının bu anlamda “yerli” olduğu görülüyor.” (s. 503)
“Anlattığım bu yapı içinden ciddi bir aristokrasi çıkmamıştı. Bu bakımdan, yukarıda gördüğümüz Japonya gibi bir güçlü (ve askerî) sınıf yoktu. Dolayısıyla modernleşme sürecinin militaristleşmesini kolaylaştıracak veya öylesini kaçınılmaz kılacak bir toplumsal temel yoktu. Antik ve statik toplumsal yapı Hindistan’ın yoksulluğunun, modernleşme sürecinin ağır aksaklığının başlıca nedenidir; ama bu aynı yapı, militarizme ve faşizme de (Japon tipi) geçit vermedi.” (s. 505)
Yazar bu bölüde önemli yeri Gandhi’ye ayırıyor. Zaten Gandhi’siz bir Hindistan tarih anlatımı da düşünülemez. Hindistan tarihinin özetini yapacak olursa belirli ölçüde milliyetçilik oluşsa da militarist bir düzen, ordunun sık sık darbe yaptığı bir ülke hiçbir zaman olmadı. Buna rağmen ayrılarak Pakistan olan kısmında ordu darbelerini sık sık görüyoruz. Tabii aynı bölge ve insandan çıkan bu iki farklı ülkede görülen militarizmin sebebi nedir? Pakistan bu kitabın konusu olmadığı için bu konuya girilmiyor.
DEVAMI VE DİĞER BÖLÜMLER