Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Atatürk
Yakup Kadri, daha sonra biyografik tahlil denemesi dediği bu eserinin hangi şartlar altında yazıldığını ve hangi koşullarda da yayınlandığını anlatır. Yukarıdaki alıntıda bu denemenin Atatürk’ün ölümünde sonra yani 1938 yılında yazıldığını biliyoruz. Ancak hemen yayımlanmaz. Yazar ilk başta hüzün içinde yazdığı bu eserin yanlış anlaşılması, bir ağıt olarak görülmesi ve algılanmasını istemediği için yayımlatmaz. Bu kitap yazıldıktan ancak 8 yıl sonra, artık kitapla ilgili algıları konusunda endişeleri giderilince yayımlanır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Atatürk kitabı
En başta yazarın kendisi bu eserde objektiflik aranmaması gerektiğini vurguluyor. Okurken zaten bu husus hiç aranmaz. Çünkü Yakup Kadri Karaosmanoğlu burada daha çok bir monografi ve deneme tarzında Atatürk ile ilgili görüşlerini, bildiklerini ve sevgisini kâğıda döküyor. Onunla aynı ortamlarda bulunduğu yerleri ve olayları okura anlatıyor. En başta zaten Atatürk sevgisini ortaya koyarken bir yandan da Atatürk’ün cumhurbaşkanı olduğu döneme kadar önündeki zorlukları, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki engelleri ve cumhuriyetin kurulmasında sonraki olaylara değinir. Bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önceki ülkenin durumunu ve Mustafa Kemal’den Atatürk’e uzanan serüvendeki ortamı okura anlatır.
Cumhuriyet öncesi dönemin halkı ve devleti ile ilgili şöyle bir anlatımı var: “Yalnız bildiğim bir şey varsa, büyüklerimizin bize, düşmanlarımızdan, Avrupalılardan daima saygı ve korku ile bahsedişleridir. Arasıra limanlarımızda yabancı harp gemilerinin görünüşü veya herhangi bir frenk hükümdarının memleketimize ayak basışı halkı çoşturan ve ona kolektif heyecan veren yegane mehabetli [görkemli] hadiselerdi. Çünkü, kendisine ve kendi devletine itimadı kalmayan halk, kendi mukadderatına hâkim olan kudretlerin bu sembollerde tecessüm ettiğini [somutlaştığını] görüyordu.” (s. 13-14)
Bir yandan da Osmanlı’nın son döneminde kendisi gibi yurt dışına giden Türkler ile ilgili de şunları söyler: “Size nasıl anlatayım?- o zamanlar, adını ağzımıza almadığımız "vatan"ın dışında " firari" diye anılan bir takım Türkler dolaşırdı. Frenkler bunlara "Jeune Turc"ler lakabını vermiş olmakla beraber aralarında benim gibi çocuklar ve aksakallı ihtiyarlar da vardı ve sanmayınız ki, bunlar birtakım kahramanlardı. Hayır. Bunlar ne yaptıklarını bilmez bir sürü bedbahtlardı ve altı aşınmış pabuçlarıyla diyar diyar dolaşarak " hürriyet" dilenirlerdi.” (s. 16)
“Şahsi hayatımızda olduğu kadar millet ve memleket meselelerinde ele tamamiyle reybileşmişlik [kuşkucu olmuştuk] ve birçok frenkçe kitapların yardımıyla bu ruh ve iman iflasını bir nevi ilmi fikir sistemi haline sokmaya çabalıyorduk. Bunda da, doğrusu, çok güçlük çekiyorduk. On dokuzuncu asrın sonu Avrupa'da bir büyük inkar ve "dissociation" devridir. Bütün kıymet hükümlerinin batıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkirlerin adedi, o devirde, sayılmayacak kadar çoktu. Bunlar, birtakım kötü gençlik arkadaşları gibi bizi baştan çıkarır, bizi maceradan maceraya sürüklerken kafamızda yükseklerde dolaşan kimselerin sarhoşluğunu hissederdik. O Frenk üstatlarından ödünç aldığımız inkar ve istihza kanatlarıyla, sanki, muhitimizin üstüne çıkmış, sanki mensup bulunduğumuz cemiyetin perişanlıklarına, adiliklerine, " yalanlarına ve şarlatanlıklarına" yukarıdan, bir hakaretli yabancı gözüyle bakmış gibi oluyorduk.” (s. 17)
Yazının başlangıcında kitabın 1938 yılında yazıldığını söyledim. Kitabın Atatürk’ün biyografik tahlil denemesi kısmı 1938 yılında yazılmıştır. Monografide Karaosmanoğlu, Atatürk’ü “Başlamadan Önce”, “Başlangıç”, “Kahramanlığı”, “Dahiliği”, “Devlet Kuruculuğu”, “Milliyetçiliği”, “Askerliği” ve “İnsanlığı” başlıkları altında anlatıyor.
Atatürk'ün İdeolojisi
Bu denemeden sonra ise kitapta “Atatürk'ün İdeolojisi” başlığı altında toplanan ve Karaosmanoğlu’nun Atatürk’ün ölümünden 32 yıl sonra 1970 yılında yazdığı ve Milliyet gazetesinde yayımlanan yazılar yer alıyor. Hemen sonra ise “Büyük İnkılap ve Küçük Politika” başlığı ile Yakup Kadri’nin cumhuriyetin 10. yılı için 1933 yılında yazdığı ama yayımlanmayan, ölümünden sonra da eşi tarafından yine Milliyet gazetesinde yayımlanan yazılar yer alıyor.
“Başlamadan Önce” başlıklı bölümde son yıllarda Osmanlı ve Türkiye’nin durumunun, bir geç ve aydın olarak beklentileri ve gördüklerini anlatıyor. Beklentisi ise yabancı ülkelerin oyuncağı haline gelen memleketi için bir kurtarıcıdır.
Bir yandan da Yakup Kadri, Atatürk’ü Napoleon Bonaparte ve Lenin gibi liderlerle kıyaslıyor ya da daha doğrusu kıyaslanamayacağını söylüyor.
“Harp dehalarından bahsedilirken daima, en belirli bir örnek olarak ileriye sürülen Napoleon Bonaparte'ın askeri hayatının birçok zaferlerle dolu olduğu kadar, bir sürü mağlubiyetlerle de yüklü bulunduğunu bilmeyen kimse yoktur. Buna karşı tarih Mustafa Kemal'in tek bir mağlubiyetini, tek bir hatasını kaydetmemektedir. Devlet kurucusu ve siyaset eri olarak ise Fransız İmparatoru, birinci Türk Cumhurreisi'nin yanında bedbaht bir cücedir. İnkılapçılık sahasına gelince, onu, gene eşsiz bir şahsiyet olarak telakki etmek ıstırarında [zorunda] kalıyoruz. Birçok ecnebi müellifler Mustafa Kemal'le Lenin arasında bir paralel yapmak istemişlerdir. Hiç şüphesiz ki, Lenin büyük bir ihtilalci idi. Fakat Lenin, Mustafa Kemal gibi kendi ideolojisini kendisi bulmuş; kendi taktiğini kendisi tespit etmiş yıktığı kadar ve yıktığından fazlasını yapmış bir ihtilalci değildir.” (s. 36)
“Komutanlığı” adlı bölümde yazar, Mustafa Kemal’in yüzüne kapatılan kapılarla ilgili yazıyor. Rütbe ve görev verilmemesinden bahseder: “Anafartalar Kumandanlığından sonra, Mustafa Kemal Paşa'ya verilen hizmetleri birer menkûpluktan ayırt etmek müşküldür. Birtakım ücra ve ıssız cephelerde hiçbir şey yapmamaya ve yavaş yavaş unutulmaya mahkum edilerek ve en son Mütareke devrinde O'nu, bir kadro harici general halinde, esir İstanbul'un sokaklarında ve işin en fecii, Beyoğlu halkı arasında dolaşırken görecektik.” (s. 42)
Yazar bir yandan da Osmanlı hanedanına kızgındır. Bunu “Osmanlı hanedanının bu son ve soysuzlaşmış padişahına” ve “Vahdeddin nevinden namertlerin” gibi ifadelerinden görüyoruz.
Mustafa Kemal’in işgal altındaki İstanbul’daki çabalarını anlatır: “Bu meyanda Sait Molla gibi bir leşin yanına kadar sokulmak ve onun efendisi papaz Frou serserisine el uzatmak fedakarlığını bile göstermiştir. Yine bu sırada, Damat Ferit’in Dahiliye Nazırı Mehmet Ali ile ne sık temaslarda bulunduğunu ve günün birinde onun delaletiyle Damat Ferit hükümetinin elinden Şark Ordusu müfettişliğinin asıl kopardığını biliyoruz.” (s. 45)
Karaosmanoğlu devamında bu sefer Anadolu’ya götürür okuru. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gittiği dönemde buradaki durumu anlatır:
“1920'de, Akhisar, Aydın ve Balıkesir'deki "Kuvayı Milliye" erkanı bile henüz Mustafa Kemal diye bir şey tanımıyordu. Ondan ziyade bir "Demirci Efe" ile bir "Çerkes Etem"e bel bağlamış bulunuyordu; milli kurtuluş harbimizin tarihinde "Mustafa Kemal Paşa - Çerkes Etem ikiliğinin" İkinci İnönü'nün ferdasına [ertesine] kadar devam ettiği görülecektir. Hatta, gün olacak, bu çete reisi, Anafartalar kumandanından daha ziyade rağbet ve itibara erecektir. Milletvekilleri onun huzurunda ayağa kalkacaktır ve Mustafa Kemal Paşa, onu, Ankara'ya gelip gidişinde "merasimi mahsusa [özel devlet töreni]" ile karşılayıp uğurlayacaktır. Mustafa Kemal gibi gururlu bir insanın, takip ettiği gaye yolunda, bu kadar ağır bir zarurete boyun eğişi bize fedakârlığın en son haddi gibi görünebilir. Halbuki, O, bundan daha ağır şartlara tahammül göstermiştir ve her adımda bir haysiyetinden vererek, gönlünden vererek, sinirlerinden vererek, o sarp yolu, böylece, içi kanaya kanaya sökmüştür.” (s. 47)
“Mustafa Kemal Paşa, kötü bir teknenin içinde, yanında birkaç arkadaşıyle Samsun'a doğru yol alırken, mutlaka kendi kendine şöyle konuşuyordu: "Osmanlı Devletinin Harbiye Nazırı tarafından Üçüncü Ordu Müfettişliğine tayin edilmiş bulunu yorum. Cebimdeki talimata göre, Samsun'a çıkar çıkmaz, iki kolordu emrim altına girecek. Bundan başka, gene cebimdeki talimata göre, müfettişlik mıntakasına yakın bulunan vilayetlere de tebligatta bulunabileceğim ve istediğim zaman oradaki askeri kıtaları emrim altına alacağım. Ankara'daki, Diyarbekir'deki kolordularla ve hemen bütün Anadolu " rüesayi memurini mülkiye"siyle muhabere ve münasebette bulunmak salahiyetini de haizim. Fakat, bütün bunlara rağmen ben, hakikatte, bir hiçim; zira, salahiyet ve kudretimi, hiçbir kudret ve salahiyeti kalmamış bir devletten alıyorum. Bu saydığım ordular, hep "ismi var, cismi yok" birtakım heyulalardır. Mondros mütarekesi imza olunur olunmaz, bütün muharip kıtaların efradı terhis edilmedi mi? Silah ve cephaneleri ellerinden alınıp "kıymeti harbiye"den mahrum bir sürü kadrolar haline getirilmedi mi? Ben neyi teftişe gidiyorum?" (s. 66-67)
ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİĞİ
Yakup Kadri, Atatürk’ün milliyetçiliğini anlatırken bir yanda da okurun milliyetçi duygularını kabartıyor. Karaosmanoğlu şöyle diyor: “Devlet kurmak, Türklerin en milli fonksiyonlarından biridir. Terzi kuşları yuvalarını nasıl örerse, arılar kovanlarını nasıl yaparsa, Türkler de öylece devlet kurarlar. Bu hassa, onlarda bir Tanrı vergisi, bir ikinci tabiat, bir içgüdüdür. Hangi ahmak: "Türk ordularının geçtiği yerele ot bitmez" demiş? Türk orduları nereye gittiyse o raya nizam, intizam ve sükun götürmüştür. Asırlardan beri anarşi içinde çalkalanan ülkeleri bir anda, huzur ve vifaka [barışa] kavuşturmuştur. Keneli kendini idareden aciz nice yabancı milletlere baş olup, onları istiklal ve istikrar yoluna sokmuştur.” (s. 75)
“Aramızdan birçok kimseler, Atatürk'ün bu yoldaki uğraşmasını lüzumsuz değilse bile, haddinden fazla mubalağalı buldular. Halbuki Atatürk, bu cehdiyle milli kurtuluş mücadelemizin ikinci bir safhasını açmıştır. Bu mücadelenin birinci safhası siyasi ve iktisadi istiklalimizle neticelenmiştir. İkinci safhanın hedefi kültürel istiklalimizdir. Bunu elde etmedikçe, yani, Türk milleti muasır medeniyet aleminin ilim ve irfan sahasında bir Dumlupınar zaferi kazanmadıkça, medeni milletler hiyerarşisin deki yüksek makamına geçemeyecektir. Daima madun [aşağı, ikinci sınıf] muamelesi görmeye mahkûm kalacaktır.” (s. 101)
“NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!" HİTABININ ORTAYA ÇIKIŞI
Yazar, bir yandan Nutuk’tan bol alıntılar yaparak Atatürk’ü anlatıyor, diğer yandan ise Atatürk ile ilgili bildiğini, bizzat gördüklerini ve onunla aynı ortamda konuştuklarını da aktarıyor kitapta.
Atatürk’ün "Ne mutlu Türk'üm diyene!" hitabının ortaya çıkışı ile ilgili şunları söylüyor Yakup Kadri: “Ona ilk tarih merakını veren İngiliz yazarı Wells'in maruf eserinde Attila'ya atfolunan şöyle bir söz vardır: "- Ben sizin gibi zengin ve hanedan kişilerden değilim. Fakat asil bir millettenim." Wells, Türk serdarının Garbi Roma'yı fethettiği zaman, tantanalı bir alay ve şatafatlı bir kıyafetle karşısına çıkan bir Romalı Patricien'e böyle söylediğini rivayet eder. Atatürk, ömrünün sonuna kadar bu fıkrayı ve bu sözü tekrar etmekte hususi bir haz duyardı. Sonradan, yavaş yavaş, bu söz onun ağzında, "Ne mutlu Türk'üm diyene!" hitabı şeklini almıştır.” (s. 103)
En beğendiğim bölüm askerlik kısmı. Özellikle Atatürk’ün askeri okul döneminde memleketteki askeri okullar ve genç subayların durumu ile ilgili ayrıntılı bilgi veriyor.
“Ama, şu da var ki, derin bir muhakeme, isabetli bir görüş ve cüretli bir karar verme kabiliyeti diye ifade edeceğimiz bütün bu vasıfların gelişmesini de Atatürk yüzde seksen askerlik mesleğine borçludur. Askerlik mesleğinin onda ve onun arkadaşlarında beslediği büyük kuvvetlerden biri de "Şef" olmak hassasıdır. Bunlar, daha mektepteyken bir manganın başı idiler. Sonra bir taburu, daha sonra bölüğü, bir alayı sevk ve idare etmeyi öğrendiler ve nihayet, tümen, kolordu ve cephe kumandanı oldular. Onlar için, bu yüzlerce, binlerce, on binlere, yüzbinlere derece derece emir ve kumanda idmanı, daha büyük, daha geniş mikyasta şeflik sanatı, şeflik tekniği yolunda mükemmel bir staj olmuştur. Gene bu sayededir ki, Mustafa Kemal, politika hayatına atıldıktan sonra, başka memleketlerde iğrenç ve hazin örneklerini gördüğümüz halk iticileri gibi bir adi demagog olmak akıbetine uğramamıştır.” (s. 116)
“Atatürk, sapına kadar askerdi fakat, militarist değildi. Harbi, şevk ve şetaretle kabul ederdi , fakat, aramazdı. Çağırmazdı.” (s. 118)
Yakup Kadri Atatürk’e ister daha Kurtuluş Savaşı yılları ve sonrasında yöneltilen eleştiriler hakkında da yazıyor. Bu eleştiriler hiç durmadı. Bunların bazıları siyasi alanla ilgili, bir kısmı da şahsi yaşamıyla ilgiliydi. Atatürk’ün içki içmesi konusunda şunları söylüyor yazar: “Nitekim, Mustafa Kemal, ta ilk gençlik demlerinden beri, hususi hayatı etrafındaki dedikodulara hiç ehemmiyet vermezdi. Kendisini çok içki içmekle mi itham ettiler? İçki sofrasını çıkarıp alemin gözü önüne serdi.” (s. 121)
Şöyle bir olayı da naklediyor Yakup Kadri: “Onun içindir ki, kendi etrafında her vakit, "Evet!" denilmesinden memnun olmazdı. Bunun aksine olarak, bazı inatçı iddiacılara, kendi düşüncesine taban tabana zıt fikirleri müdafaa ettirmekten hoşlanırdı. Bir akşam, böyle biriyle, (bir küçük devlet memuru) bir hareket i konuşmasını hatırlıyorum. Mustafa Kemal, enikonu öfkelenmişti. Sert ve sinirli bir tonla konuşuyor, arasıra elini masaya vuruyordu. Muhatabı ise, bundan hiç alınmamış görünüyor, sükunetle inadında ısrar ediyordu. Biz, ona acıyorduk. İstikbalini tehlikeye düşmüş sanıyorduk. Halbuki, bu küçük memur bu hadiseden birkaç ay sonra yüksek bir vazifeye tayin edildi. Ondan sonra da mebus oldu. Zira Atatürk, bunun inatçılığına kuvvetli bir karakter manası vermişti.” (s. 123-124)
Son olarak bu kitabı okumadan önce Atatürk ile ilgili yazılmış kitapları araştırmıştım. Kitaplar arasında Armstrong’un “Bozkurt” başlıklı kitabı da var. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’ün bu kitaptaki bazı bölümlere ve neden kızdığını anlatıyor:
“O'nu öfkelendiren başka bir övgü şekli de kendisini göklere çıkartırken Türk Milletini aşağılatan yazılardı. Nitekim Armstrong adında bir İngiliz subayın yazdığı "Bozkurt" kitabındaki bazı pasajlar O'nu adeta çileden çıkarmış ve hepimizi bu esere karşı bir kampanya açmak için seferber etmişti.” (s. 139)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Atatürk
4. Baskı
İletişim Yayınları
İstanbul
2000
202 sayfa.