Murat Belge - Militarist Modernleşme (1. Kısım: İlk Ulus Devletler ve Militarizm)

Murat Belge, “Militarist Modernleşme” başlıklı kitabında modernleşme olgusunun militarizmin eliyle gerçekleşmesini ele alıyor. Bunu yaparken de üç örnek seçmiş: Almanya, Japonya ve Türkiye. Bunları da benzer ülkeleri ile kıyaslıyor. Mesela Türkiye’nin karşısına Yunanistan’ı koyarak konuyu ele alıyor.

Belge, kitabın girişinde “okunmamak için yazılan kitap” ifadesini kullanıyor. Buna sebep olarak da kitabın kalın (“tuğla” gibi) olmasını gösteriyor. Tabii bu kitabın okunmaması için bir sebep değildir. Ama kalın olmasının sebebi, Murat Belge’nin asıl konuya gelmeden önce konuyla ilgili yaklaşık 200 sayfalık bir temel atmasıdır.

Konunun temellerinin oluşturan bu sayfalarda militarizm yoluyla modernleşmeyi seçen ya da bundan başka seçeneği olmayan ülkeleri ele almadan önce sivil yolla modern ve ulus devlet yapısına kavuşan ve bu alanda çığır açan üç ülke diyebileceğimiz devletleri seçerek onların gelişimi, nasıl bu duruma geldikleri ve kısaca da tarihlerine odaklanıyor. Hangileridir bu ülkeler: Britanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa. Bu üç ülkeyi ele aldıktan sonra milliyetçilik, askerlik ve militarizm kavramlarını ele alıyor.

Kitabı ele alırken, yaklaşık 800 sayfayı geçen hacmini de göz önüne alarak dört kısma bölerek inceleyeceğim. Bu birinci kısımda inceleyeceğim kitaptaki bölümlerin ana başlıkları şöyle:

 - İlk-Ulus Devletler
 - Ulus-Devletlerden Doğan Bazı Yenilikler: İdeolojik ve Kurumsal Milliyetçilik
 - Batı Dünyasında Askerliğin Tarihine Kısa Bir Bakış
 - Militarizm

Kitabın yazarı Belge, Önsöz’de, bu çalışmasına hapisteyken okuduğu Barrington More’un bir kitabından etkilenerek başladığından bahseder. More, kitabında demokrasi ve diktarötlüğün gelişmesini ele alırken, Belge de benzer bir çalışmayı bu sefer militarizm ve modernleşme konuları üzerinden çalışmış.

Yazar, Barrington More’un görüşlerini şöyle özetliyor:

“Batı toplumlarında, feodal sınıfla boy ölçüşebilecek bir güce erişen ve sonunda, daha yoksul sınıfların da desteğini arkasına alarak feodalizmi yıkan bir orta sınıf doğabilmiştir. Bu orta sınıfın bu mücadeleyi kazandığı toplumlarda demokrasi yerleşir.

“Gene Batı’da, Almanya gibi, böyle bir orta sınıfın oluşamadığı toplumlar da vardır. Onun yokluğunda, modernleşme atılımı feodal sınıftan (Prusya’nın Junker’leri) gelmiş, sonuç da demokrasi değil, yukarıdan aşağıya bir otoriter/otokratik kapitalistleşme olmuştur.

“Orta sınıfın anlamlı ve etkili bir toplumsal güç olamadığı iki toplumda ise onun rolünü bir biçimde üstlenen intelligentsia, geniş köylü kitlelerinin fiilî desteğini arkasına almayı başarmış, böylece 1917’de Rusya’da, 1949’da Çin’de, süregiden savaş koşullarının yarattığı yıkımın da yardımıyla komünizm iktidara gelmiştir (Barrington Moore bu iki devrim örneğinde proletaryanın oynadığı rolü önemsemez).” (s. 12)

Her ne kadar Belge kitapta örnek olarak ve başlığa da eklediği gibi Almanya, Japonya ve Türkiye’yi seçse de anlayacağınız asıl konumuz Türkiye’dir. Almanya ve İtalya örnekleri de Türkiye’yi daha iyi anlamak içindir. Peki, yazar Türkiye’yi More’un görüşlerindeki hangi kategoride değerlendiriyor? Buna şöyle cevap veriyor:

“Bazıları o yıllarda (yazar 1990’ları kast ediyor) diktatörlük rejimlerinden yeni sıyrılıyorlardı ama tereddütsüz “demokratik” denecek bir halleri yoktu; bazılarında diktatörlük değil ama kökleşmiş otoriter rejimler hüküm sürüyordu. Türkiye’yi de bunlar arasında sayıyordum.” (s. 24)

İLK ULUS-DEVLETLER

Belge kitabın ana konusu olan militarizm, militarist modernleşme ve örnek olarak seçtiği ülkeleri ele almadan önce bunun tam tersi, yani militarist olmayan ve sivil yolla demokratik ve modern ulus devletler kurabilen ülkeleri ele alıyor. Bunun için de üç ülkeyi seçmiş: İngiltere, ABD ve Fransa. Bu üç ülkenin tarihlerinde ulus devlet kurulmasına giden kilit olaylara odaklanarak kısa bir tarih bilgisi veriyor.

BRİTANYA

İngiltere ile işe başlayan Belge, İngiltere’nin erken gelişmesinin sebeplerini şöyle anlatıyor:

“Norman Kralı Guillaume (I. William) Britanya topraklarına 1066’da ayak bastı, Hastings Savaşı’nda Sakson direnişini yenilgiye uğrattı ve İskoçya sınırına kadar (Galler’i de dışarıda bırakarak) adaya egemen oldu. Bundan önceki Saksonlar da feodal bir düzen içinde yaşıyorlardı ama kıtadan gelen Normanlarınki onlarınkine göre daha olgun ve güçlü bir feodalizmdi. Britanya feodalizmi aynı zamanda, daha “merkezî” bir feodalizm oldu. Çünkü başında kralın bulunduğu bir ordu adayı fethetmiş, kral, bu yeni ülkeyi aristokratları arasında paylaştırmıştı. Oysa Saksonlar döneminde hiçbir zaman tek bir krallık bütün adaya egemen olmamıştı. Germenlerin Roma’yı yıkışında olduğu gibi, çok geniş bir arazi üzerinde çok uzun süren bir süreç yok burada. Olay 1066’dan itibaren merkezî bir koordinasyon içinde yürüyor; zaman ve mekân, feodallerin yerleştikleri yerde merkezî otoriteye kafa tutacak şekilde uzun uzun kök salmalarına, “aşağıdan” gelen ve gelenekleşen bir özerklik kurmalarına imkân tanımıyor. Avrupa tarihinde modernleşmeye en büyük engel hep feodaliteden geldiği için, bu istisnaî “kuruluş” biçiminin İngiltere’ye önemli yararlar sağladığı, birçok tarihçi tarafından söylenmiştir. Aslında bu durum, ama farklı nedenlerle, (ya da “sonuç”larla) Japonya’dakine benzer.” (s. 31)

“Ama asıl önemli etken, tarım sektöründe feodal üretim ilişkilerinin Avrupa’da her yerden daha önce çözülmeye başlamasıdır. Bu gibi süreçlerin tarihte nasıl başladığım tespit etmek her zaman çok zordur; ama sonuçları görmek daha kolaydır. İngiltere’de, kırsal kesimde, “yeomen” denilen bir sınıfın geliştiğini görüyoruz. Kelimenin kökeni de bilinmiyor, ama “young”, yani “genç” kökünden gelebileceği düşünülüyor, çünkü bir “yardımcı” yan anlamı da var. Temelde bu, kendi küçük toprağına sahip olan ve onu ekip biçen çiftçi-köylü anlamında, böyle bir kesimi anlatıyor. Eski ve yeni üretim ilişkilerinin uzun süreler içinde çeşitli eklemlenme biçimleri, feodalizmin en koyu olduğu yer ve zamanlarda dahi “serf’ statüsüne girmeyen bağımsız köylüler olmasına imkân tanımıştı. Ama İngiltere’deki bu “yeomen” kategorisi, “eskiyle yeninin eklemlenme” arızasından çok, yürürlükteki düzenin böyle bir gelişmeye açık kapı bıraktığını düşündürüyor, çünkü yaygın bir durum var. Üstelik burada da kalmıyor.” (s. 31-32)

“Avrupa’da feodal bağımlılık ilişkilerinin çözülmesinde 1347-51 veba salgını da rol oynamıştır. Bütün kıtada nüfus üçte bir oranında kırılınca, serflerin kendilerine başka bir yerde ücretli iş bulma imkânı doğdu. Bu olayın etkileri İngiltere’de de görülür, ama sonuçları daha ileri gittiğine göre belli ki başka koşullar da feodalizmin çözülmesini hızlandırıyordu.

“Çünkü küçük mülk sahibi haline gelmiş bağımsız üreticilerin, gelirlerini artırdıkça, feodallerin toprağını kiralayıp işletmeye başladıklarını görüyoruz. Bu tabii çok daha ciddi bir gelişme. Ortaçağ koşullarından kapitalizme doğru bir hareketlenme yaratıyor, “girişimci” bir sınıf yaratıyor. Aristokratın toprağını kiralayan “yeomen” bunu “kâr” için yapıyor; tarımsal sürecin daha yoğun çalışma gerektiren aşamalarında “ücretli emek” kullanıyor. Bunlar kapitalizmin temel kurumları. Öte yandan, toprağı onlara kullandırıp karşılığında “rant” alan senyör de üretim sürecinin içinden ve kırsal bölgelerden yavaş yavaş çekilmeye başlıyor.” (s. 32)

Burada toplumların değişiminde temel öğe orta sınıfın, ticaret yapan bir tabakanın oluşması. Feodal düzende üst sınıf, aristokrasi  ve en alt sınıf olan köylüler, serfler var. İngiltere’de orta sınıfın, burjuvazinin temelleri atılırken, hem alttan hem de üstten gelişmesi için de ortam bulunuyordu.

“Bu araştırmaların ışığında, burjuvalaşma ve kapitalistleşme eğiliminin yalnız alttan gelme “yeomen”le sınırlı kalmadığını, 16. yüzyılda, feodal sınıf içinde de paralı bir kapitalist ekonomiye erişmek üzere bir yarışın başladığını görüyoruz. Birçok aristokrat tarım topraklarını “çevirerek” (enclosure) koyun yetiştiriyordu, çünkü koyun postunun sağlam bir alıcısı vardı: Öncelikle Flandr ve Felemenk’teki, kısmen de Kuzey İtalya’daki yünlü kumaş üreticileri. Yani, aristokrasinin bir kısmı asıl kazancını bu ticaretten sağlarken, bir kısmı da toprağını “çiftçi” (farmer) denilen burjuva işletmecilere kiralıyor ve aldığı parayı o da büyük ölçüde ticarete yatırıyor, kâr arıyordu. Yani aristokrasi de, klasik anlamda bir aristokrasi olmaktan çıkma yoluna girmişti. Aşağıdan gelen “yeomen” hareketiyle yukarıdan gelen bu “ticarileşme” toplumsal yapıda ciddi sonuçlan olan bir değişim başlatmıştı ve İngiltere o çağda böyle dönüşümler yaşayan tek toplumdu. Hollanda da kapitalistleşiyordu ama orada her şey daha kent temelli, kent odaklı yürüyordu.” (s. 32-33)

Tabii hiçbir süreç sorunsuz ve acısız olmuyor. İngiltere’de de bunun örnekleri var. Ancak sonuç itibariyle taraflar birbiri ile uzlaşmayı başarmıştır.

“Sürecin ilk büyük “yüz yüze gelme” ve “çatışma” aşaması olan İç Savaş’ı net bir biçimde kazanan burjuvazi, yukarıda kısaca değinildiği gibi, bundan sonra da bazı setler, engellerle karşılaştı, ama onun temsil ettiği veya izlemek istediği yönde kayda değer bir değişim, bir sapma olmadı. Parlamento gittikçe güçlendi, parlamento içinde Avam Kamarası gittikçe güçlendi ve Britanya burjuvazisi Avam Kamarası yoluyla siyasî yönetimini sürdürdü - ama parlamento çatısı altında aristokrasiye de yer vermeyi ihmal etmeden. Böylece, İç Savaş’ın savaşan tarafları Parlamentoda birbirleriyle uzlaşmayı öğrendiler.” (s. 40)

Sürecin temellerini şöyle özetliyor:

“Bir yanda, ta eski zamanlardan, serflik-köylülük ilişkilerinden kendini kurtaran ve “küçük mülk sahibi” konumuna gelen bir kesim var. Bunlar oldukça istikrarlı denebilecek bir süreç içinde tırmanıyorlar: “Yeomen” diye tanıyoruz onları, bir aşamada; derken “tenant-farmer” (kiracı-çiftçi) oluyorlar; bir sonraki aşamada “gentlemen farmer” denen birileri peydah oluyor; sonra İngiltere’nin ünlü “gentry”sine geliyoruz ki bunların çoğu da o uzun süreli tırmanışın semeresi olarak bu noktaya varmış olanlar. “Gentry”, tam olarak “gentlemen”, yani “nobility”, yani “soylular” demek değildir. Onun bir altındaki kategoridir.” (s. 40)

“Kiracı-çiftçiler lordların toprağını her zaman tarım yapmak için kiralamadı; Felemenk’le yün ticareti başladığında, bunu yapmak üzere de kiraladılar. Zamanla evlilikler gibi kurumlar yoluyla efendi-kâhya ilişkisinden, kaynata-damat ilişkisine de geçildi. Yani burjuvalar tırmanırken, aristokratlar da birkaç basamak iniyordu. Orta yerde buluşuyorlardı. Bu “orta yer”, feodal mantığın artık işlemediği, yerini ticaret ve para ilişkisine, geleneksel değil bireysel girişime bıraktığı ve kapitalizmin kurallarının insan davranışlarına egemen olduğu yerdi.” (s. 40)

Bunlar burjuvazi sınıfının oluşması ve kapitalizme geçişin temellerini oluşturan sebeplerdir. Asıl olan özel sermayenin oluşabilmesi için ortamın gelişmesidir. Bunu da sağlayan sebeplerden birkaçını şöyle özetleyebiliriz.
- Amerika’ya göçler
- İngilizlerin denizciliğinin gelişmesi
- Donanmasının güçlenmesi
- Hindistan’a kadar uzanan ticaretten önemli ölçüde sermaye sağlanması

“Önemli olan, bütün bu imparatorluklara, dünya hegemonyalarına vb. rağmen, Britanya'nın hiçbir zaman “militarist” bir topluma dönüşmemesidir. Askerliği ciddiye almak zorundadır ve alır, çünkü askerî gücü mutlaka gerektiren bir konumda varolmuştur. Ama toplumda ordu dışında herhangi bir yerde bir askerî ideolojinin varolmasına, bunun kışla dışına taşmasına fırsat tanımamıştır.” (s. 48)

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

Amerika, İngiltere gibi tarihi çok eskilere dayanan bir ülke değil. Burada Avrupa’dan bir göç sonucu oluşan bir devlet var. Burada Avrupa’daki gibi feodal bir düzenden geçen bir toplum da hiçbir zaman olmadı.

İngiltere anlatılırken, buraya göçler konusuna değinilmişti. Amerika’ya iki sebeple göç var.

- İnançlarını yaşamak için kaçış. (Püritenler)
- Ekonomik sebepler (İrlandalılar)

Peki, bu insanlar buraya gelince ne buldular?

“İnançları doğrultusunda yaşamak için buralara gelen Püritenler Calvin’in Cenevre’de kurduğuna benzer düzenler kurdular. Asıl toplumsal birim, köy veya kasaba, bir arada yaşayan temel topluluktu. Bundan büyüğüyle onlar fazla ilgilenmiyordu; zaten bu valilik vb. işleri Kraliyet’e bağlıydı. Ama Püriten topluluk kendini yönetiyor, kararlarını kendi veriyordu. Bugün de çok güçlü bir damar olan Amerikan yerelliğinin temelinde bu yatar. İnsanlar, inançlarının gereğini yerine getirerek yaşadıklarına inanıyorlarsa, bu zaten yeterince “demokratik” denebilecek bir durumdur. Püritenler böyle yaşamalarına imkân veren nesnel-yönetsel düzeni de yaratmışlardı. Dış müdahale kabul etmiyor, zaten kayda değer bir müdahaleye uğramıyorlardı. Eşit bireylerden oluşan, herkesin kendi hesabına üretici olduğu, yatay ilişkiler içinde yaşayan topluluklardı bunlar. Sömürü yoktu, ama asıl önemlisi, “soylu kan” temeline dayanan -kendini dayatan- bir hiyerarşi yoktu. Bu hayata bu başlıklardan baktığımızda, maddi koşullarda birtakım zorluklar olsa da (bu da inançlarına göre zaten olması gereken bir şeydi), sonuç olarak “idilik” bir varoluştu. Elma öncesi Eden Bahçesi’ni yeniden bulmuşlardı sanki - elmayı bir daha yemeye de hiç niyetleri yoktu.” (s. 52)

Amerika’da soylu sınıf yoktu ama burada Avrupa’da olmayan başka bir şey var: Kölelik. Kölelik burada aynı zamanda yasal olan bir şeydi.

Kitapta Amerika’nın geçirdiği evreler üç aşamada ele alınıyor

 - Koloniler
 - Fransa/İngiltere mücadelesi
 - İngilizler yenince onlara karşı mücadele ve bağımsızlık

“Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Amerikalılar için, bir “başarı hikâyesi”. Kazanılması insana kıvanç verecek kadar zordu, ama toplumu ezecek kadar da zorlu olmamıştı. Büyük bir iş başarmanın kazandırdığı “kendine güven” duygusunu vermişti Amerikan halkına. Yani, kısacası, anayasasını yapan Amerikan toplumunda bu güven vardı ve insanlar geleceğe iyimser bir gözle bakıyordu. Bu iyimserlik, Anayasa’ya da yansır.

“Örneğin başkanlık kurumu... Arendt’in de söylediği gibi, parlak bireylerden oluşan Amerikan toplumu, elbette ki, en parlak üyesini başkan yapabilirdi. O halde, bu parlak insana geniş yetki tanımalı, önünü kesmemeliydi. Bu, bizim gibi, birikmiş olumsuz deneyimlerinden ötürü, “iktidarı suiistimal etmelerini nasıl önleyebilirim?” gözüyle bakan siyasî kültürlerden epey farklı bir kültürdür.” (s. 59)

Amerika, bağımsızlığını kazandıktan sonra kendine bir kral değil bir başkan seçti. Bunu yaparken de bu başkana geniş yetkiler ver. Ancak buna rağmen onun sıkı denetleyecek, gerektiğinde engelleyecek bir sistemi de kurdu. Congress, bütçe, yüksek mahkeme gibi sağlam kurumlar, geniş yetkiye sahip başkanın “kötü niyetlerini” engelleyebilecek kurumlardır.

“Böylece Congress’in başkan karşısında sahip olduğu özerkliği ve yetkileri görüyoruz. Bu, tabii, “kuvvetler ayrılığı” dediğimiz temel demokratik ilkenin Amerika’da aldığı biçimlerden biri. Anayasa’yı hazırlayanlar, bu konuların Eski Dünya’daki tartışmalarını izleyen, bilen kişilerdi. Montesqieu’yü de çok iyi tanıyorlardı. Amerikan sisteminin sacayağını tam oluşturmak üzere, Yargı kolunun tepesine de Supreme Court'u (Yüce Divan) getirdiler. Supreme Court başkanın uygulamasını da, Congress'in yasamasını da denetleme hakkına sahiptir.

“Görevi, Anayasa’nın çiğnenmesini değil, Amerikan Anayasası’nın içerdiği demokrasi ve özgürlük ruhunun çiğnenmesini önlemektir. Yani bir gün bir mucize olsa da, Pentagon generalleri başkanı alaşağı edip yeni bir anayasa (muhtemelen devleti bireye karşı koruyan) ile ortaya çıksalar, Supreme Çourt’un görevi bu generallerin önünde el sıkma kuyruğuna girmek değil, o anayasayı buruşturup suratlarına atmaktır.” (s. 60)

Amerika’da bir düzen kurulur ancak yine de büyük bir eksiği var ve o da kölelik. Bir yandan ileriye doğru giden bir toplum varken, diğer yandan da çok eski dönemin bir adeti sisteme girebilmiştir. Belge de bunu şöyle özetliyor: “Ama burada bir tuhaflık, bir aykırılık vardı gene de. “Lord” (Avrupa anlamında) yoktu, “serf” de yoktu, ama köle vardı. Hani, tarihi bir “ilerleme” olarak görme eğiliminde olanlar için, feodalizmin de gerisinde bir kurum olan “kölelik”! Bu, açıkça kapitalist olan genel yapıya eklemlenebilmişti.” (s. 61)

“Yani, önce Britanya, sonra da Fransa’daki “burjuva” devrimlerinin, burjuva için “normal”, sermayeden, ücretli emekten, serbest piyasadan vb. oluşan düzene uymayan feodal yapı kalıntılarını ve onlara göre toplumsal asalak olan aristokrasiyi (farklı üslûplarla olsa da) bertaraf etmesi gibi, ABD’nin Kuzey’de yoğunlaşan burjuvazisi de köleci plantasyon sahiplerini tasfiye etti. Denebilir ki, “Amerikan Devrimi” olarak anılabilecek olay, ancak bu iç savaş ve bu tasfiye ile tamamlanmıştır.” (s. 62)

FRANSA

Fransa’da ise yukarıda saydığım iki ülkeden de farklı bir tablo var. Burada bütün dünyayı etkileyen bir devrim yaşanıyor. Monarşi yıkılıyor, kanlı bir süreç yaşanıyor, sonrada yeniden imparatorluk kuruluyor derken birkaç defa yeniden yapılan cumhuriyet dönemini görüyoruz.

Kitapta 13. Louis’den 16. yüzyıla kadarki olayları anlatıyor. Kardinaller dönemi ve sonunda Fransız Devrimi’ne götüren süreç yaşanır.

“Louis’nin gelir bulmak için dövündüğünü söyledim. Ama, tabii, geçim sıkıntısı çeken bir tek kralın kendisi değildi. Kriz bütün toplumu kapsıyordu. Fransa’da herkes sabrının sonuna gelmişti. Bunun nedeni mutlak yoksulluk değildi. Tersine, Fransa’nın aslında epey zengin bir ülke olmasından ileri gelen, beklenti fazlalığıydı. Ama, tabii, yoksulluk sorunları da hiç yok olamazdı. Üst üste kötü hasatlar sinirleri törpülemiş, gerilimleri körüklemişti. Louis’nin “son çare” olarak 1788’de toplantıya çağırdığı Etats-Generaux 5 Mayıs 1789’da Paris’te bir araya geldi. Ama gelir gelmez de kilitlendi.” (s. 68)

Fransız Devrimi’nde de öncü güç burjuvaziydi. Para elinde olmasına rağmen devleti yöneten kesim değildi. Çünkü soylu kan taşımıyorlardı. Onlar da ilk fırsatta arkasına halkı alarak devrim yaptılar. Madem soyluluk yoktu onlarda, burjuvazi de bu sefer halkın temsilcisi olmayı seçti.

“Dolayısıyla Fransa burjuvazisi, yükseldiği ve güçlendiği için bu devrim girişimine öncülük etti. Fiilî alanda aslında büyük ölçüde elde ettiği şeylerin resmen tescil edilmesini istedi. Ve soyluların fuzulî ağırlığından kurtulma tutkusuyla hareket etti.

“Meclis kilitlenince Üçüncü Kesim ötekiler yokmuş gibi davranmaya başladı. 17 Haziran’da Assemblee National (Ulusal Meclis) olduğunu ilan etti. Bu, kral için ürkütücü, kabul edilemez bir davranış oldu.

“XVI. Louis’nin belki en büyük yanlışı, bu değerlendirmesi olmuştur. Bu zamana kadar meclis bir meşrutî monarşinin sınırlarını aşma yolunda güçlü, hattâ tanımlı bir irade göstermemişti. Kralların rakip aristokrasilere karşı burjuvaziyle ittifak kurmaları ortaçağdan beri çok sık görülmüş bir olaydı. Louis de pekala aynı şekilde davranabilir, böylece baş ağrısı aristokrasiyi geriletebilir, biraz olsun terbiye edebilirdi. Kendi çıkarına uygun düşecek davranış buydu. Ama Louis aristokratik bir refleks göstererek felâketine doğru gözü kapalı koştu.” (s. 69)

“14 Temmuz 1789’d'a Bastille’in zaptedilmesini Fransız Devriminin gerçekleştiği tarih olarak kabul ediyoruz. Devrim, 1793-94 arasında, Terör dönemini yaşadı. 1795’te Directoire rejimi kurulmuştu. Aralarında en tanınmışı Camot olan beş kişi Fransa’yı yönetiyordu. Sieyes de sonunda kendini burada bulmuştu. Devrimin bittiği söylenebilirdi.” (s. 72)

“Napoleon Bonaparte bu rejimin askerî danışmam oldu. 1799’da Mısır’daki sonuçsuz serüvenlerinden yurda dönünce bir darbeyle Directoire’ı devirip üç kişilik bir “konsüllük” kurdu; sonra öbür ikisini uzaklaştırıp tek konsül olarak kendisi kaldı. Bundan da sıkılınca, 1804’te, imparator olduğunu ilan etti.” (s. 73)

Fransız devrimini üç aşamaya bölüyor More ve yazar da bunu şöyle aktarıyor:

“Barrington Moore devrim sürecinde üç doruk tespit ediyor: Birincisi Bastille’in zapt edilmesiyle başlayan evre, yani “Devrmi’in başlaması; bundan çok daha fazla zaman geçmeden Kral Tuileries’de basılıyor ve Moore bunu “Terör” olarak tanıdığımız sertleşme, radikalleşme evresinin başlangıcı olarak alıyor; üçüncüde ise devrimin sönmesine geliyor ve bunun başlangıcı olarak 1793’teki ayaklanmayı, sonu olarak da Roberspierre’in öldürülmesini alıyor. Böyle bir alt-dönemlendirmeyi ben de akla yakın buluyorum.” (s. 80)

Fransız Devrimi, getirdiği yeniliklerin birçoğu daha sonra dünya geneline yayıldı ve genel kabul görmeye başladı. Başta milliyetçilik konusu var. Murat Belge de Fransız Devrimi ile başlayıp dünya genelinde şuan yaygın olarak kullanılan simgelere ulusal bayrak ve ulusal marşları örnek olarak veriyor. Tabii sadece bunlar değil.

“Paradoks, Fransa’da devrimi bitiren adamın (Napoleon), onu imparatorluk kurmaya çalıştığı Avrupa’da gittiği her yere birlikte götürmesidir. Meclis gibi, seçim gibi, anayasal (meşrutî) yönetim gibi, Fransız Devrimi’yle doğmamış olsa da, onunla gündeme daha sağlam basmış kurumlar, Napoleon “fetihleri” yoluyla, Avrupa’ya yayıldı. Bu yolla yayıldı çünkü Napoleon’un ordularıyla işgal ettiği bu ülkeler başından beri Fransız Devrimi’ne karşı dikenlerini kabartmışlar, savunmaya geçmişler ve orada olanları sabote etmek için ellerinden geleni yapmışlar, sonunda yenik düştükleri savaşlar bile açmışlardı.” (s. 85)

DEMOKRATİK DEVRİMLER VE ORDULAR

Kitabın bu bölümünde Murat Belge, önceki bölümlerde saydığı ve burjuvazi eliyle demokratik rejimler kurabilen ülkelerde ordunun durumunu ele alıyor. Buralarda ordu hiçbir zaman iktidarı ele geçirip militarist rejim kurmaya çalışmadı mı? Özetle, adı sayılan ülkelerde demokrasi ile ordu ilişkileri şöyle olmuştur.

İngiltere: “Bu kitabın girişinde, ulus-devletler tarihine, dünyadaki ilk burjuva devrimleriyle başlayacağımı söylemiştim. Britanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa, burjuvazinin devrim yaparak (ikisinde krala, birinde bir kolonyalist krallıka) iktidar olduğu üç ülke ve burjuva devriminin birer örneğidir. Bunların başlıca özelliği, burjuva sınıfının, böyle bir zor işi başarabilecek kadar gelişmiş ve güçlenmiş olmasıdır. Bu güce kendileri ulaştıkları için, devrim sonrasında kurdukları rejimlerde de ipleri, dizginleri kendi ellerinde toplamış ve sözgelişi askerî yapının sivil siyasî iktidara alternatif olmasına imkân veya izin vermemişlerdir.” (s. 86)

“Özellikle Cromvvell dönemi, Britanya’nın parlamento kurumuna değerli bir deneyim sundu. Yani, başına buyruk davranmaya başlayan bir ordunun ne kadar büyük bir tehlike oluşturabileceği bu “Lord Protector” deneyimiyle anlaşıldı. Cromwell, Britanya tarihinin “büyük”leri arasındadır, kendisine gerekli saygı gösterilir; ama bir diktatör olduğu da belirtilir. Bundan sonra, herhangi bir kargaşalık durumunda ordunun buna benzer bir egemenlik elde etmemesi için gerekli tedbirleri almak, Britanya Parlamentosu’nun önem verdiği bir iş olmuştur ve bugüne kadar aksamamıştır da (Vagts, 1959: 47).” (s. 87-88)

ABD: “Amerika’daki durum farklı nedenlerle ilginç olmuştur. Britanya İç Savaşı’nı biraz andırır bir şekilde, bu sefer İngilizlerin elinde profesyonel ordu vardı; başkaldıran Amerikalılar ise son analizde “milis” olarak tanımlanması gereken bir ordu kurdular.

“Başkomutan George Washington anlaşılır nedenlerle profesyonel orduya geçmek istiyordu (daha etkili çalışmak, sürekli “eğitim’le vakit kaybetmemek vb.). Ama Congress “düzenli ordu” fikrinden korktu ve buna izin vermedi. Korkmasının nedeni, İngilizlerin Cromwell’dan dolayı duydukları endişeyle aynı kaynağa bağlanıyordu: düzenli ordunun Meclis’ten bağımsızlaşma eğilimine girmesi. O aşamada, böyle bir şeye herkesten önce George Washington’ın izin vermeyeceğini bilmiyorlardı; Washington’ı henüz o kadar iyi tanımamışlardı.” (s. 88)

Fransa: “Sonuç olarak Fransız Devrimi’nde “asker”in rolü, önceki iki örnekle karşılaştırıldığında, devrimci safta da, karşı devrimci safta da, çok daha hafif kalır. Fransız Devrimi, devrimler tarihi içinde belki en radikal (Ekim Devrimi’nden sonra “ikinci” diyelim) devrim olmakla birlikte, ötekiler gibi bir savaş ya da iç savaşa sahne olmadı. Bu nedenle askerler bu olayın önemli, belirleyici aktörleri arasında yer almadılar.” (s. 94)

İDEOLOJİK VE KURUMSAL MİLLİYETÇİLİK

“Bu kitap genel olarak ya da bütün olarak milliyetçilik üstüne bir kitap değil. Onun “militarist” kolu üstüne ve “militarist milliyetçilik” tamlamasında birinci adım, yani “militarizm” burada daha fazla yer tutuyor. Ama bu “genetik” ilişkide, üreten özne “milliyetçilik”, üretilen nesne ise “militarizm”; bir başka söyleyişle, milliyetçilik olmadan militarizm olmazdı - nitekim olmadı.” (s. 99)

Kitapta İngiltere, ABD ve Fransa ele alındıktan sonra milliyetçilik, millet ve militarizm kavramları üzerinde duruluyor. Zaten Belge neden militarizm demeden önce milliyetçiliği ele aldığını yukarıdaki paragrafta anlatıyor.

Millet kavramını açıklarken ise Benedict Anderson’un argümanına başvuruyor ve buna katıldığını söylüyor.  Anderson’un argümanını ise şöyle özetleniyor: “Millet”, insan topluluklarının, belirli bir yer ve zamanda, belirli koşulların oluşması sonucunda aldığı biçimdir; yani “doğal” değil “tarihî”, “verili” değil “yapma”dır, bir somut evre’nin ürünüdür.”

“…işte, “millet” kavramının (kendisinin değilse de) değer kazanmasının başlıca nedeni budur. Aristokrasiye karşı başkaldıran burjuvazi, yani “para” sahipleri, “Biz haklıyız, çünkü para bizde," diyemiyorlardı. Para, sahibine çok şey kazandırmakla birlikte, “şeref’ kazandırmıyordu. Tersine, parası bol olanın bu manevi alanlarda sicilinin pek temiz olmayacağına dair yerleşik bir önyargı vardı. “Param olduğu için ben konuşacağım, siz dinleyeceksiniz,” diyemeyen burjuva, “Ben millet adına konuşuyorum, onun için siz de beni dinleyeceksiniz,” demeyi akıl etti. Bu konunun düğümü buradadır.” (s. 114)

MİLİTARİZM

Şimdi kitabın ana konusu olan militarizme gelelim. Savaşlar ve ordular her zaman olmuştur. Peki, militarizm nedir ve ne zaman ortaya çıktı? Çünkü ordu olan her yerde (zaten günümüzde ordu olmayan yer yoktur) militarizm var denilemez.

“Kurmaylıktan söz ederken, kurmay bakışının, bir ülkenin toplam maddi imkân ve kaynaklarının askerî hedeflere göre nasıl yöneltileceğini ve yeniden düzenleneceğini hesaplama temeline oturduğunu söylemiş oldum. Bu zamana kadar bir savaşın kazanılması, cephede ordulara komuta eden kişiye verilmiş bir görevken, 19. yüzyılın koşullan cephe gerisinin planlama etkinliğine belirleyici bir rol vermiş oldu. Bu aynı zamanda, “toplumsal”ın “askerî”ye dönüştürülmesini merkeze alan bir etkinlik olduğu için, “militarizm” ideolojisini de güçlendirdi.” (s. 140)

Vagts’tan alıntı: “…Militarizm asker kişinin sivile egemenliğini, devletin hayatında yer alacak ruh ve idealler, değer ölçekleri arasında askeri taleplerin aşırı önemi ve önceliğini vurgulayagelmiştir. Ayrıca, askeri amaçlar uğruna halkların sırtına ağır yükler yüklenmesini, refah ve kültürün ihmal edilmesini, ülkenin en nitelikli insan gücünün verimsiz askeri hizmette heba edilmesini anlatagelmiştir.” (s. 148)

“Antik dünyada olsun, sonraki çağlarda olsun, “militarist” kategorisine koyacağım örnek düşünmekte zorlanıyorum. Sparta ya da Asur gibi aklan gelen örnekler de istisnai ve çok az. Niçin öyle olduklarını açıklamak zor. Ama modern çağa geldiğimizde örnekler birdenbire çoğalıyor. Bu kitapta ele aldığım üç büyük örnek var tabii. Ama başka birçok yere baktığımızda benzer gelişmeler, benzer kalıplar görebiliriz. Bu gibi toplumlarda da ille öyle bastıran “savaş durumu” olması gerekmiyor. Asıl konumuz Türkiye’yi alalım. Kore ve Kıbrıs gibi iki “arızi” olayı saymazsak, Türkiye 1922’den beri bir savaş içinde bulunmadı (klasik anlamda savaşı kastediyorum); buna rağmen, militarizmden geçilmiyor, özellikle de savaşın olmadığı bu yıllar boyunca.” (s. 150)

DEVAMI VE DİĞER BÖLÜMLER
Next Post Previous Post
2 Comments
  • deeptone
    deeptone 28 Temmuz 2018 16:50

    murat belge çok sevdiğim bir yazar. kendisini de severim. bilgi'de ders veriyor :)

    • Cavanşir Gadimov
      Cavanşir Gadimov 29 Temmuz 2018 01:25

      Teşekkürler

Add Comment
comment url

Benzer yayınlar