John Keane - Medya ve Demokrasi

Demokratik bir toplum için medya özellikle seçilmiş yöneticiler ile yurttaşlar arasında sağlıklı bir iletişim için vazgeçilmezdir. Bu konu çok az kişi tarafından tartışma konusu yapılıyor. Ancak basın ile ilgili hep süregelen ve hiç bitmeyecek bir tartışma konusu medyanın kimin elinde olacağı, nasıl denetleneceği, ne kadar sansür ya da baskı uygulanacağıdır. Kısacası “basın özgürlüğü” kavramıdır.

John Keane, “Medya ve Demokrasi” kitabında “iletişim medyasının” başta yönetim ve pazar güçlerinden bağımsız olması gerektiğini ve halkı onlardan koruması gerektiğini savunuyor. Bunun için de medyanın ne devlet güdümünde ne de pazar güçlerinin çıkarlarına hizmet etmemesinin önemine vurgu yapıyor. Bunun için de “kamu hizmeti iletişim medyası” kavramını tartışıyor:

“Bu deneme şunu öne sürüyor: İletişim medyası demokratik olmayan devletler ve demokratik olmayan pazar güçleri tarafından yönetilen yurttaşlar çoğunluğuna güç kazandırmaya çalışmalı. Medya, siyasi ya da ekonomik iktidar sahiplerinin kişisel kazancı ya da karı için değil, tüm yurttaşların kamusal yararı ve eğlencesi için kullanılmalı.” (s. 24)

Basının ortaya çıkması ile “basın özgürlüğü” kavramı da tartışılmaya başlanmıştı. Basın halka belirli fikir ve görüşlerin kısa sürede ve daha geniş kitleye ulaştırmanın en iyi yoludur. Ancak yönetimler ya da yöneticiler her görüş, düşünce ve bilginin halka ulaşmasını istemez. Bunun için basına sansürler, denetlemeler ve vergiler aracılığıyla baskı uygulamak ister. Buna göre “basın özgürlüğü” savunucuları ilk dönemlerde basının devletten özgür olmasını savunmuştur. John Keane de İngiltere’de Erskine’nin Thomas Paine’nin savunmasını örnek vererek, yaptığı konuşmadan alıntılar yapıyor:

“Basın özgürlüğü, tıpkı Telephus'un mızrağı gibi, toplumda açtığı yaraları iyileştirebilirdi: "İnsanların düşüncelerini özgürce başkalarına iletmelerine izin verirseniz, öfkeleri yüzeyi yalayıp geçen bir ateş gibi uçup gider; yayılmış barut gibi tutuşturur, iletişim kurdurur; patlaması ne gürültülü ne de tehlikelidir: Ama baskı altına alırsanız, için için yanar, ta ki bir gün gözden uzaktaki çalkantısı bir deprem ya da yanardağ gibi patlayıncaya kadar." (s. 29)

Basın özgürlüğü savunucularının dayanak noktalarını yazar dört başlık altında topluyor: 1) Teolojik yaklaşım, 2) Doğal hak kuramı, 3) Faydacılık ve 4) Hakikat’e tartışma ile ulaşma. İlk dönemlerde “basın özgürlüğü” özellikle baskıcı iktidarlara, yozlaşmış yönetimlere karşı savunuluyordu. Halkı, yozlaşmış iktidarlara karşı korumanın yolu ve iyi bir yönetimin biçimini sağlamanın yolunun özgür basın olduğu ifade ediliyordu.

“Bentham hükümetlerin her zaman kişisel çıkarların egemenliği altında olduğuna kesin olarak inanıyordu: İnsanın doğası gereği, her kimin eline iktidar geçse, hemen o güne kadar yapmadığı şeytanlıkları aklından geçirmeye başlar. Kamunun ne düşünüp yapacağından korkmazsa, hemen onu yapmaya girişebiliyor.” (s. 38) Bundan dolayı ilk basın özgürlüğü savunucuları insan doğasında olan ve iktidara gelmesi ile ortaya çıkabilecek kötülükleri önlemenin yolunun halka “özgür basın” yoluyla gerçeğin ve hakikatin ulaştırılması olduğunu savunmuştur.

“Devletler, kamuoyu mahkemesinin önünde hesap vermeye çağırılırlar. Basın, kamu çıkarları adına, kamuoyunu susturmaya ya da ondan kaçmaya çalışan diktatörlere ve suçlulara zılgıtı çeker. Siyasal iktidarın kötüye kullanımı, toplum önünde ortaya konur. Yasaların yapılışı ve uygulanışı kamu önünde gürültülü toplantılarla gerçekleşir. Basın ve kamuoyu, mutlakıyetin kara göklerinde parlak bir kuyrukluyıldız gibi, modern dünyaya ışık saçar.” (s. 43)

İfade ya da basın özgürlüğü günümüze kadar tartışılırken, bunun aksi uygulamalar, yönetimlerin kendi sesinden ve görüşünden başka ifadenin basın aracılığı ile halka ulaşmasına izin vermediği totaliter rejimler gördük tarih boyunca. Hatta nazari olarak basın özgürlüğü çok hoş ve ideal görünse de tam olarak uygulanmasının ise bir çok düşünür ütopik bulmuştur.

“Cobbett'in doğru olarak saptadığı gibi eksiksiz basın özgürlüğü çağrısı bir ütopya olarak kaldı: “İngiliz basını, eğer bir şeye yarıyorsa, aydınlatacak yerde halkı cahil tutuyor. Özgürlük kavramlarını yayacak erde insanların köleleşmesine nezaret ediyor; halkı koruyacağı yerde, halkı ezenlerin ya da ezmek isteyenlerin elindeki en etkili araçlardan biri oluyor." (s. 51)

Basın özgürlüğünün ilk Avrupalı ve Amerikalı savunucuları basına en büyük tehdidin yönetim tarafından gelebileceğini savundukları için tezlerinin açık noktalarını göremediler. Herman ve Chomsky, Propagan Modeli’nde “filtreler”den bahsederken bunların başında belirli bir eğitim sisteminin içinde geçip gelen basın çalışanlarının artık çalıştıkları kurum ve yaşadıkları siyasi sistemin resmi görüşü dışında bir şeyi yazmayacağını öngörüyorlar. Bu bir nevi devletin sansürü ya da baskısı olmadan basının kendisini sansürlemesi anlamına geliyor.

Tabii bir de buna ek, basın sahipleri ile iktidar arasındaki ilişkiler var. Ayrıca zaman geçtikçe bir basın kuruluşu kurmanın maliyetinin artması ve hatta 20. yüzyılda tekelleşmesi basın kimin elinde ve kime hizmet ediyor sorularını ortaya çıkardı. Çünkü basın yoluyla farklı grup ve toplulukların görüşlerini dile getirmesi ve çoğulcu bir basın oluşabilmesine artık imkansız gözüyle bakılıyordu.

“İlkin, özgür basının savunucuları basının kendi kendini sansür etmesi olayını hesaba katmadılar; çünkü fikirlerini topluluk önünde ifade etme yeteneğine “doğal olarak" sahip olan kişilerin karşısındaki başlıca “dış" tehdidin siyasal iktidardan geleceğini varsaydılar.” (s. 54)

John Keane, özgür basın idealinin, küçük işletmelerin ve merkezileşmemiş pazar rekabetinin siyasal despotizmin panzehiri olduğu inancının yaygın olduğu bir dönemde ortaya çıktığını (s. 61) anlatırken, büyük gazete patronlarının ortaya çıkması ile durum değişti. Daha önceleri özgür basının önündeki engel siyasi iktidarın baskısı ve sansürü görülüyorduysa, şimdi de büyük medya şirketleri ve bir çok medya kuruluşunu tekelinde toplayan medya patronları artık özgür basının önündeki ikinci bir bariyer olarak çıkmıştı.

Yazar John Keane, Deregülasyon başlığını verdiği bölümde basının tamamen özel ellerde ve pazar rekabeti çerçevesinde faaliyet göstermesi gerektiğini savunanların tezlerini aktarıyor. Bu görüşler –mesela BBC gibi- devletin yayıncılık alanında faaliyet göstermesine eleştirilerini dile getiriyor.

Basının tamamen özel ellerde olmasını savunanların görüşü ise şöyle:

“Özel ellerde bulunan bir basın ve farklı yerlerden gelmiş mal sahiplerinin elinde bulunan çok kanallı bir yayım sistemi özgürlüğün kalesidir. Kültürel ayrıcalıkların ve devlet baskısının savunucularının baş belasıdır. Pazarca yönlendirilen medya, bireylerin devletçe desteklenen ortodoks değerlerin baskısından kurtulmalarını sağlar. İnsanların duymak, okumak ya da seyretmek isteyeceği bir şeyi olduğuna inanan her girişimcinin düşünce pazarına giriş  özgürlüğü rekabet ortamında garanti altındadır. Pazarca yönlendirilen medya, işte bu nedenlerle, hem azınlık hem de çoğunluktaki izleyicilere hizmet eder, onları televizyon, radyo ve basının bürokratlarından kurtarırlar.” (s. 67 - 68)

Ancak pazar liberallerinin savunduğu özel basının ayakta kalabilmesi, hatta kâr etmesi için reklam alması, reklam alabilmesi için yüksek reytinge ulaşması ve bunun için de sürekli çok izlenen programları kopyalayıp seri üretmesi beraberinde bir çok eleştiriyi de getiriyor. Bu durumda televizyonlar programın içeriği, kalitesi ve topluma sunacağı faydadan çok reytingi göz önüne alarak kısır döngüye giren bir yayıncılığa dönüşüyor. Bu da tüm televizyonların aşağı yukarı benzer evlilik, yarışma, müzik programlarıyla dolmasına yol açmıştır. Yazar da pazar liberallerinin savunduğu medyaya şu eleştiriyi getiriyor:

“Kalitenin yerini ticaret kurtlarının ölçüleri alacaktır. Çok kanallı seçim demek çok kanallı saçmalık demek olduğuna göre -ucuz yarışma programları, dışarıdan alınmış eski programların tekrarları, reklamlardan farkı olmayan içi boş eğlence programları- "daha fazla seçenek" demek daha iyi değil, daha kötü medya demeye gelecektir. Ucuz yapımlardan geçilmeyen, tekrarlarla dolu, sonu gelmez dizilerden ve eldeki malzemenin temcit pilavı gibi ısıtılmasından oluşan bir yayımcılık. Kamu hizmeti radyo ve televizyon yayımcılığının üstün kaliteye dayanan temeli yıkılacaktır. Kamu hizmeti yayımcılığı dünyanın hayranlık duyduğu ve imrendiği bir kurum olmaktan çıkacaktır. Ucuz bulvar gazetelerinin düzeyine pike yapacaktır.” (s. 77)

Basın konusunda tartışmalar bitmeyecek. İster iktidarın elinde, ister tamamen özel sektörün sahip olduğu bir basın olsun, buradan aktarılacak görüşler hep birilerini rahatsız edecektir. Bir anlamda gerçek basın ve gazetecilik de budur.

“Çeşitli görüşlerin bir arada bulunduğu çoğulcu bir sivil toplum, hiçbir zaman geniş bir mutlu aileye benzemeyecektir. Her zaman kendi kendisini felç etme eğilimleri gösterecektir... "Hayalciler ve kafadan çatlaklar, manyaklar ve evliyalar, rahipler ve günahkarlar, kapitalistler, komünistler ve katılımcı demokratlar" (Nozick) birbirlerinin yollarını kesmeden kendi düşlerini gerçekleştirip, göz kamaştıran örnekler oluşturamazlar. Adı üzerinde "çoğulcu" olduğu için, yol gösterici bir merkezden yoksun bulunduğu için, herkes birbirine dil çıkartıp pankart salladığı için, gerçekten demokratik bir sivil toplum hiçbir zaman tam huzurlu denge durumuna erişemez. Kötü eşgüdüm, anlaşmazlık, tamahkarlık ve üyeler arasında çıkacak çatışmalar sürekli sorun olur. Kendi kendisini eleştirme ve kendi kendisinin istikrarını bozma eğilimleri, çoğulculuğa son verip "Nizam'ı tesis etme" iddiasını taşıyan marazi girişimlere zemin hazırlar. Çatışmanın "bir çeşit toplumsallaşma biçimi" olduğu (Simmel) çoğu kez doğrudur. Ne var ki, iletişim özgürlüğü iletişim özgürlüğünü yıkmak için kullanılabilir: "Basın özgürlüğü" özgürlükçülere verdiği özgürlüğün aynısını despotlara da verir.” (s. 140 – 141)

“KİTAP ÇAĞI” SONA MI ERİYOR?

John Keane’in kitabın sonunda “kitap çağı”nın sona erdiğini iddia edenlere verdiği cevap ilgimi çekti. Okurların renkli dergi sayfalarından gözlerini alamadığı, her gece ailecek televizyon izleme kültürünün oluştuğu ve internetin ise cep telefonundan bile tonlarca bilgi ve görseli bireye sunduğu bir toplumda artık kitaba yer kalmadı mı? Yazar bu tür görüşleri ileri sürenlerin savlarının abartılı olduğunu söylüyor:

George Steiner ile diğerlerine göre 1550'den 1950'lere kadar uzanan "kitap çağı" artık yavaş yavaş sona eriyor. Bu süre içinde ortaçağ tipi kütüphaneler ile kitapların bir hazine gibi manastırlarda ve soylulara ait kurumlarda saklanması uygulaması hızla geriledi. Kitaplar kullananlara ait, istendiği zaman bir daha bir daha sessizce okunabilecek ev eşyalarına dönüştü... Bugün ise, yurttaşların işaretler ve gürültünün tıka basa doldurulduğu bir kozanın içine hapsolduğundan söz ediliyor. Kişisel kütüphaneler enderleşiyor. Kitabilik kayboluyor. Kitap kurtları toplumdan soyutlanıyorlar. Dikkat süreleri azalıyor. Okurlar, stereoların gürültüsü ve televizyonun ışıklan bilinçlerinin kenarlarında kıpırdaşırken, parlak sayfalı dergilerin ya da ucuz cep kitaplarının sayfalarını çeviriyorlar. Televizyon ekranı, resim ve resim altı savaşı kazanıyor.” (s. 171 – 172)

“Bu sav abartılıdır. Televizyonun önünde oturan  kültürü kitabiliği ortadan kaldırmıyor. Bazı gruplar için, ki kentli profesyonel orta sınıf bunların başında geliyor, kitaplar ve elektronik medya birbiriyle değiştirilecek şeyler değiller; her ikisinin de işlevleri farklı ve her ikisine de ona göre bir değer biçiliyor. Başkaları, bu arada evlerinden çıkamayanlar, her iki medya konusunda da fazla titizlik etmiyor, ama sorulduğunda televizyon, radyo ve kitapların kendileri için aşağı yukarı eşit önem taşıdığını söylüyorlar. Bunların da dışında, kitaplara bağlılıklarının zaman zaman inip çıksa da hiç yok olmadığını söyleyenlere rastlanıyor. Kitap okumaya bağlı derinlemesine düşünme kültürü hiçbir yerde ölmüyor. Örneğin, ABD'de zincirleme kitapçı dükkanlarının, savaş sonrası göçe paralel olarak varoşlara yayılması sayesinde, eskiden birkaç yüz bin satan "bestseller"lar şimdi bir milyondan fazla satışı garantiliyor. Umberto Eco'nun Gülün Adı, Oliver Sacks'ın Karısını Şapka Sanan Adam'ı ve Paul Kennedy'nin Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü gibi kitapların beklenmedik ve parmak ısırtan başarıları ve Stephen Hawking'in Zamanın Kısa Tarihi'nin (bir milyondan fazla Amerikalı tarafından satın alınmış) onları bile geride bırakan başarısı gösteriyor ki, çok sayıda okur okuduğu şeyi seçmekte daha fazla söz hakkı isteyerek, dünyayı yalnızca kitaplarda bulunabilecek bir karmaşıklıkla değerlendirmeyi sağlıklı bir biçimde özlemektedir.” (s. 172)

John Keane
Medya ve Demokrasi
Kitabın özgün adı: TheMedia and Democracy
İngilizceden çeviren: Haluk Şahin
3. basım
Ayrıntı Yayınları
İstanbul
1999
Sayfa sayısı: 182

Next Post Previous Post
No Comment
Add Comment
comment url

Benzer yayınlar