Yorum ve Özet: Martin Lings - Hz. Muhammed'in Hayatı Kitabı: Detaylı Bir Bakış

Yorum ve Özet: Martin Lings - Hz. Muhammed'in Hayatı Kitabı: Detaylı Bir Bakış

Hz. Muhammed'in (sav) hayatını en güvenilir kaynaklardan öğrenmek ister misiniz? O halde bu blog yazısı tam size göre! Bu yazımızda, Martin Lings'in (Ebubekir Siraceddin) "Hz. Muhammed'in Hayatı" adlı başyapıtını yakından inceleyeceğiz. Kitabı okurken edindiğim izlenimleri, kitaba dair yorumlarımı ve eserin detaylı bir özetini sizlerle paylaşacağım. "Yorum ve Özet: Martin Lings - Hz. Muhammed'in Hayatı" başlığı altında sunacağımız bu içerik, Peygamberimizin hayatına dair derin bir anlayış kazanmanıza yardımcı olacaktır.


Martin Lings'in "Hz. Muhammed'in Hayatı" Kitabı İncelemesi: En Eski Kaynaklara Dayanan Bir Biyografi

Yıllar boyunca Martin Lings'in "Hz. Muhammed'in Hayatı" kitabı kitaplığımda okunmayı bekledi. Daha önce Hz. Muhammed (sav) hakkında birkaç kitap okuduğum için, bu kitabın da benzer şeyleri anlatacağını düşünmüştüm. Bu yüzden kitabı elime alır, şöyle bir göz gezdirir ve sıkıcı olacağını düşünerek yerine koyardım. Bölüm başlıkları da bana sıradan bir biyografi gibi geliyordu. Peygamberimizin hayatını zaten bildiğimi sanıyordum. Hatta okuduğum diğer kitaplar daha kalın ve detaylıydı.

Ancak kitabın önemli bir özelliği vardı ki, bunu gözden kaçırmıştım: "En Eski Kaynaklara Dayalı" olması. Kitabın orijinal İngilizce başlığında yer alan "His Life Based on the Earliest Sources" ifadesi, Türkçe baskılarda genellikle tam olarak çevrilmemiş. Bu küçük detay, kitabı okuma deneyimimi tamamen değiştirdi. Kitabı gerçekten okumaya başladığımda, diğerlerinden farklı olduğunu hemen anladım. Lings, olayları kronolojik olarak anlatmak yerine, önce Hz. Muhammed'in soy ağacını anlatarak başlıyor ve onun İbrahim Peygamber'in oğlu İsmail Peygamber'e kadar uzanan soyunu gösteriyor. Bu, İslam'ın Yahudilik ve Hristiyanlıkla aynı kökenden geldiğini, aynı peygamberler silsilesine dayandığını açıkça ortaya koyuyor. Lings, bu üç dinin nasıl aynı ağacın dalları gibi birbirine bağlı olduğunu çok güzel bir şekilde anlatıyor.

Bu yaklaşım benim için bir aydınlanma oldu. Kitap, daha önce okuduklarımın bir tekrarı değildi; İslam'ın tarihine derin bir yolculuktu. Okudukça, "En Eski Kaynaklara Dayalı" olmasının ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım. Lings, en eski ve güvenilir kaynaklara dayanarak Peygamberimiz (sav), ailesi, arkadaşları ve İslam'ın ilk yayılışı hakkında çok ilginç detaylar veriyor. Başka kitaplarda genellikle bulunmayan bu detaylar, o dönemi daha iyi anlamamı sağladı. Peygamberimizin hayatı hakkında birçok kitap okumama rağmen bu kitapta birçok yeni şey öğrendiğime şaşırdım.


Bu Kitap Neden Okunmalı?

Martin Lings'in "Hz. Muhammed'in Hayatı" kitabı gerçekten özel ve bilgilendirici bir eser. Dini inancı ne olursa olsun, Hz. Muhammed'in hayatını ve İslam'ın başlangıcını daha derinlemesine anlamak isteyen herkesin okuması gereken bir kitap. Bu kitap, olaylara yeni bir açıdan bakmamızı sağlıyor, önceden sahip olduğumuz bazı fikirleri sorgulatıyor ve Peygamberimizin hayatına ve İslam'ın doğuşuna dair önemli bilgiler sunuyor.


"Hz. Muhammed'in Hayatı" Kitap Özeti: Martin Lings'in Eserine Yakından Bakış

Bu bölümde, Martin Lings'in "Hz. Muhammed'in Hayatı: En Eski Kaynaklara Dayalı" adlı eserinin temel noktalarını özetleyeceğiz. Kitabın içeriğine genel bir bakış sunarak, yazarın ana argümanlarını, önemli olayları ve kitabın genel yapısını ele alacağız. Bu özet, kitabı okumayı düşünenler için bir ön bilgi niteliği taşımanın yanı sıra, kitabı okumuş olanlar için de bir hatırlatma ve tekrar imkanı sunmayı amaçlamaktadır.


Kökler ve Kökenler: İbrahim'den Hz. Muhammed'e (sav)

Lings kitabına, Tevrat'ın Yaratılış Kitabı'nda anlatılan İbrahim Peygamber'in başlangıçta çocuksuz olmasıyla başlıyor. İleri yaşlarında Tanrı, İbrahim ve eşi Sara'yı İshak adında bir oğulla müjdeliyor. İbrahim'in Hacer'den de İsmail adında bir oğlu oluyor. İki eş arasındaki gerginlikler nedeniyle Hacer ve İsmail sonunda Bekke (Mekke) olarak bilinen bir yere yerleşiyorlar.

Lings'in vurguladığı ve Hz. Muhammed'in (sav) diğer biyografilerinde genellikle gözden kaçırılan önemli bir nokta, İbrahim'in iki büyük milletin ortak atası olmasının önemidir. Bunu şöyle açıklıyor:

“İbrahim bir değil, iki büyük milletin atası olacaktı –iki büyük millet, yani hidayete erdirilmiş iki güç, yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirecek olan iki araç– çünkü Allah din-dışı (profan) olan bir şeyi rahmet olarak vadetmez ve Allah katında ruh yüceliğinden başka büyüklük yoktur. İbrahim, beraberce akmaması bilâkis herbirinin kendi yolunda gitmesi gereken iki manevî ırmağın kaynağı olacaktı; ve her şeyin daha güzel olacağı inancıyla İsmail ve Hacer’i Allah’ın rahmetine ve meleklerinin gözetimine emanet etti.” (s.7-8)


Kâbe'nin İnşası ve Abdülmuttalib'in Hikayesi

Lings, İbrahim Peygamber'i İslam'ın en kutsal mekanı olan Kâbe'nin inşasıyla da ilişkilendiriyor. İbrahim'in Mekke'de İsmail'i ziyaretini şöyle anlatıyor:

“İsmail ve Hacer gittikleri yere ulaştıklarında, İbrahim’in daha yetmişbeş yıllık ömrü vardı ve oğlunu o kutsal yerde ziyaret etme fırsatı buldu. Kur’ân bize, Allah’ın İbrahim’e İsmail’le birlikte Zemzem kuyusunun yakınına inşa edecekleri mabedin yerini gösterdiğini söyler (Hacc: 26); nasıl yapacakları da onlara bildirilmişti. Bu mabede, şekil olarak “küp”e benzediği için Kâ’be adı verilir; dört köşesi, pusulanın dört yönüne göredir.” (s. 9)

Kitap daha sonra İsmail'in soyundan gelenleri ve onların Mekke'deki yaşamlarını anlatıyor. Zamanla tektanrı inancından uzaklaşıp putlara tapmaya başlasalar da, Kâbe bir hac yeri olarak kalmaya devam ediyor. Kâbe'nin bakımı ve yönetimi önemli bir görev haline geliyor ve nesilden nesile aktarılıyor. Bu görev önce Haşim'e, sonra kardeşi Muttalib'e ve sonunda Muttalib'in yeğeni, Haşim'in oğlu Şeybe'ye geçiyor. Şeybe daha sonra Abdülmuttalib olarak tanınıyor. Lings, bu ismin arkasındaki ilginç bir hikayeye işaret ederek anlatının bir sonraki bölümüne zemin hazırlıyor.

“Muttalib yeğenini devesinin arkasına aldı ve yola koyuldu. Mekke’ye giderken yolda onlara rastlayanların, bu yabancı genci gördüklerinde “Abdu’l-Muttalib” yani “Muttalib’in kölesi” dediklerini duydu. O da “bu benim kardeşim Hâşim’in oğludur” diye cevap verdi. Sözlerine karşılık olarak verilen selâmla birlikteki gülümseme, şehirde ağızdan ağıza dolaşacak olan genç adamla ilgili haberlerin başlangıcıydı; o günden sonra genç, Abdu’l-Muttalib olarak anıldı.” (s. 14)


Abdülmuttalib ve Zemzem Kuyusu'nun Yeniden Keşfi

Lings'in anlatısında Hz. Muhammed'in (sav) dedesi Abdülmuttalib önemli bir rol oynar. Abdülmuttalib, kabilesinin lideri ve Mekke'nin önde gelen isimlerinden biri haline gelir.

Lings'in anlattığına göre, Abdülmuttalib'in hayatındaki önemli olaylardan biri, Zemzem kuyusunun yeniden keşfidir. Hayati bir su kaynağı olan bu kuyu bir süredir kayıptı. Abdülmuttalib sadece kuyunun yerini yeniden bulmakla kalmaz, aynı zamanda daha önceki bir kabile tarafından oraya gömülmüş gizli bir hazineyi de ortaya çıkarır. Arabistan'ın kurak coğrafyasında güvenilir bir su kaynağı paha biçilmezdi ve bu keşif Mekke ve sakinleri için çok önemli bir olaydı. Bu olay, Abdülmuttalib'in konumunu ve etkisini daha da güçlendirir.

Lings daha sonra Abdülmuttalib'in adağıyla ilgili etkileyici bir hikaye anlatır. O zamanlar sadece bir oğlu olan Abdülmuttalib, ciddi bir söz verir: Eğer Tanrı ona on oğul verirse, onlardan birini kurban olarak sunacaktır. Gerçekten de on oğlu olduğunda, Abdülmuttalib yeminine bağlı hisseder. Kurban için en sevdiği oğlu Abdullah'ı seçer. Ancak ailenin ve akrabaların araya girmesi ve bir kahine danışıldıktan sonra Abdullah'ın kurban edilmesi engellenir. Onun yerine yüz deve kurban edilir. Lings, bu değiş tokuşun nasıl gerçekleştiğine dair ilginç bir anlatı vaat ederek okuyucunun anlatıya olan ilgisini daha da artırır.


Abdullah ve Amine'nin Evliliği, Fil Yılı ve Arabistan'ın Dini Atmosferi

Lings, anlatısına Abdullah'ın Yesrib'den (Medine) Amine ile evliliğini anlatarak devam ediyor ve aralarındaki aile bağlarına değiniyor. Bu evlilik, Peygamber'in geliş zamanını daha da yaklaştırıyor. Lings ayrıca Fil Yılı hikayesini ve Mekke'nin nasıl mucizevi bir şekilde korunduğunu anlatıyor. Bu olay İslam tarihinde önemli bir yere sahip ve Peygamber'in doğum yılını işaret ediyor.

O dönemde Arabistan'ın dini manzarasını anlamak çok önemli. İlk sakinler İbrahim'in inancını takip etmiş olsalar da, büyük ölçüde putperestliğe sapmış ve putlara tapmaya başlamışlardı. Ancak, putlara tapmayı reddeden ve hala İbrahim'in tektanrıcı inancına bağlı kalan bir kesim de vardı. Ek olarak, yeni bir peygamberin gelişinin yakın olduğuna inanan Hristiyan ve Yahudi toplulukları da vardı. Kutsal kitapları onun gelişi, özellikleri ve doğacağı yer hakkında kehanetler içeriyordu. Lings, bu beklentiye dair değerli bir içgörü sunuyor:

“O bölgedeki Hıristiyanlar arasında bir peygamberin gelişinin yakın olduğu fikri yaygındı. Bu inancın bu kadar yayılmasının sebebi ise Doğu’daki kiliselerden bazılarının bu inancı desteklemesi ve astrologlarla, kâhinlerin de bu inancı paylaşmasıydı. Yahudilere gelince, onlar da son gelen peygamberin İsâ olduğunu bildikleri için yeni bir peygamberin geleceği konusunda hemfikirdiler. Yahudi âlimleri onlara peygamberin çok yakında geleceğini, onun geleceğine delâlet eden birçok işaretin görüldüğünü ve muhakkak onun seçilmiş kavim olan yahudilerden çıkacağını söylüyorlardı. Varaka’nın da içlerinde olduğu bir grup Hıristiyan ise bu konuda şüphedeydiler. Onlara göre peygamberin Arap olmaması için hiçbir sebep yoktu. Arapların; Yahudilerden daha çok peygambere ihiyaçları vardı, çünkü en azından Yahudiler tek Tanrı’ya tapma bakımından İbrahim’in dinini takip ediyor ve putlara tapmıyorlardı. Arapların bu yalancı tanrılara tapmalarını ise sadece bir peygamber önleyebilirdi. Kâ’be’nin içinde ve çevresinde toplam 360 put vardı.” (s. 22)

Bu pasaj, beklenen peygamberle ilgili beklentileri ve farklı bakış açılarını vurguluyor. Yahudiler büyük ölçüde onun kendi soylarından biri olacağına inanırken, Varaka gibi bazı Hristiyanlar bir Arap peygamber olasılığını düşünüyordu. Lings, Arapların yaygın putperestlikleri göz önüne alındığında, ilahi rehberliğe duydukları ihtiyacı vurguluyor.

Lings ayrıca İsa'nın bir vaadinin belirli bir yorumuna da işaret ediyor:

“Kabilesindeki çoğu kişinin aksine Varaka eski kutsal kaynakları okuyabiliyordu. Onlar üzerinde bir araştırma bile yapmıştı. Bu nedenle O, hristiyanların çoğunlukla Hamsin yortusunda kutladıkları mucizeye (Pentecost) delalet ettiğini söyledikleri İsâ’nın sözlerinden bir kısmının bu anlamı aştığını ve henüz ortaya çıkmamış bir şeyi kasdettiğini farkedebiliyordu. Fakat bu cümlelerin anlamı gizli idi, neye delalet ettiği anlaşılmıyordu: “O hiçbir zaman kendiliğinden konuşmaz, onun söyledikleri duyduklarından ibarettir.” (s. 23)


Yetimlik, Sütannelik ve Peygamber'in (sav) Aile Bağları

Yorum ve Özet: Martin Lings - Hz. Muhammed'in Hayatı Kitabı: Detaylı Bir Bakış

Abdullah'ın, Hz. Muhammed'in (sav) doğumundan kısa bir süre önce vefatı, onu yetim bırakmıştı. Yaygın bir Arap geleneği olarak, çöl ortamında bir sütanneye ve koruyucu bir aileye emanet edildi. Lings, çocukları şehir hastalıklarından korumak ve saf Arap dilinin gelişimini desteklemek gibi faydalarını açıklayarak bu uygulamanın detaylı bir analizini sunuyor.

Lings ayrıca Abdülmuttalib'in ailesinin dinamiklerine de derinlemesine inerek, Peygamber'in erken yaşamındaki kritik rolünü vurguluyor. Abdülmuttalib, yetim torununa sevgi dolu bir bakım ve destek sağladı. Kitap, Peygamber'in (sav) aynı zamanda oyun arkadaşları olan amcaları ve halalarıyla paylaştığı yakın ilişkilere ışık tutuyor. Lings, bu bağlara dokunaklı bir bakış sunuyor:

“Özellikle ona en yakın olanlar, Muhammed’in anne-babasıyla aynı günde evlenen Abdu’l-Muttalib’in son evliliğinden olma çocukları Hamza ve Safiye idi. Hamza, Muhammed’le (s.a.v.) aynı yaştaydı, Safiye ise biraz daha küçüktü. Babası tarafından amca ve halası, anne tarafından ise kuzenleri olan bu ikiliyle ömür boyu sürecek olan güçlü bir bağ kurdu.” (s. 33)

Bu alıntı, iç içe geçmiş aile ilişkilerini ve Peygamber'in ilk yıllarında kurulan derin bağları güzel bir şekilde gösteriyor.

Daha önce de belirttiğim gibi, bu kitap okuduğum diğer biyografilerden ayrılıyor. Başka yerlerde genellikle atlanan detaylar sunarak, Peygamber'in (sav) yaşamına dair daha zengin bir anlayış sunuyor. Örneğin Lings, Peygamber ve amcası Abbas arasındaki yakın bağı açıklıyor:

“Kendisi de Amine'nin kuzeni Hale'den kısa bir süre sonra çocuk sahibi olacaktı. O sırada en küçük oğlu, üç yaşındaki Abbas'tı. Kapının önünde durmuş babasına bakıyordu. Abdu'l-Muttalib yeni doğmuş bebeği ona doğru uzatarak: "Bu senin kardeşin, kardeşini öp" dedi. Abbas da onu öptü.” (s. 28)

Lings'in eserinin bir diğer dikkat çekici yönü de, Peygamber'in (sav) süt ailesiyle ilgili olanlar da dahil olmak üzere, yaşamıyla ilgili detayların titizlikle korunmuş olmasıdır. Kitap, süt annesini, babasını ve kocasını şöyle bahsediyor:

“...kocası Haris'le birlikte gelen ve yeni doğum yapmış olan Ebu Zu'ayb'ın kızı Halime...” (s. 30)

On dört yüzyıl boyunca korunan bu detay düzeyi, ilk Müslümanların Peygamber'in yaşamını belgelemedeki özverisini gösteriyor.

Kitap ayrıca sütannelerin yetim Muhammed'i (sav) ilk başta almaktaki isteksizliklerine de değiniyor:

“Amine ise fakirdi; çocuğa gelince, babası ona zengin bir miras bırakacak kadar yaşamamıştı. Oğluna beş tane deve, küçük bir koyun ve keçi sürüsü ve bir cariyeden başka miras bırakmamıştı. Abdullah'ın oğlu aslında saygın bir aileye mensuptu; fakat bu yıl teklif edilen en fakir çocuktu.” (s.30)

Çocuğun ailesinden hediyeler ve gelecekteki faydalar bekleyen sütanneler, Peygamber'in yetim olması ve ailesinin mütevazı imkanları nedeniyle başlangıçta tereddütlüydüler.


Peygamber'in (sav) Çocukluğu, Gençliği, Evliliği ve Aile Hayatı

Hz. Muhammed (sav), süt ailesinin yanında iki yıl geçirdikten sonra annesi Amine'ye geri döndü. Ancak kısa bir süre sonra annesini de kaybederek babasını hiç tanımayan bir yetim olarak kaldı. Dedes Abdülmuttalib onu yanına aldı ve kendi ölümüne kadar ona baktı. Bunun ardından amcası Ebu Talib onun sorumluluğunu üstlendi ve onu Suriye'ye ticaret yolculuklarına götürdü. Bu yolculuklardan birinde Bahira adında bir Hristiyan rahip, genç Muhammed'i (sav) Hristiyan ve Yahudi kutsal kitaplarındaki tasvirlerine dayanarak tanıdı ve onu gelecekteki bir peygamber olarak teşhis etti.

Muhammed (sav) genç bir adam olduğunda, hem kendisi için hem de başkaları adına ticaretle uğraştı. Bu, gelecekteki eşi Hatice ile tanışmasına yol açtı:

“Mekke’deki zengin tüccarlardan birisi bir kadındı -Esed kabilesinden Huveylid’in kızı Hatice. Aynı zamanda Hıristiyan olan Varaka’nın ve kardeşi Kuteyle’nin kuzeni idi.- Onlar gibi Hatice de Hâşimoğullarının uzaktan yeğenleri oluyordu. O zamana dek iki kez evlenmişti ve ikinci kocasının ölümünden beri kendi adına ticaret yapacak bir adam görevlendirmeyi adet edinmişti. Muhammed (s.a.v.) artık Mekke’de el-Emîn (güvenilir), şerefli olarak tanınıyordu. Bu şöhreti ise kendisine emanet edilen ticaret kervanlarının sahiplerinden yayılıyordu.” (s. 39)

Bu pasaj, Muhammed'in (sav) dürüstlük ve güvenilirlik konusundaki itibarını vurgular ve bu da ona "el-Emin" unvanını kazandırmış ve nihayetinde Hatice tarafından işe alınmasına yol açmıştır.

Lings ayrıca Muhammed'in (sav) yirmi beş yaşındaki fiziksel bir tasvirini de veriyor:

“O, orta boylu, ince, geniş omuzluydu, başı büyük ve vücudunun diğer organları da orantılı bir şekildeydi. Saçı ve sakalı sık ve siyahtı, dümdüz değil, hafiften dalgalıydı. Saçları omuzları ile kulak memesi arasına kadar uzuyor, sakalı ise hemen hemen saçlarının uzunluğuna iniyordu. Geniş bir alnı vardı; göz yuvarlakları geniş, kirpikleri uzun, kaşları ise geniş ve hafif çatıktı. Eski kaynakların çoğunda gözlerinin siyah olduğu söylenir, fakat bazı kaynaklara göre gözleri kahverengi, hatta açık kahverengidir. Burnu kemerli, ağzı geniş ve güzel şekilliydi. Sakallarını uzatmasına rağmen bıyıklarını hiçbir zaman üst dudağına dek uzatmadığı için dudaklarının güzelliğigörülebilirdi. Cildi beyazdı, fakat güneşten bronzlaşmıştı. Bu doğal güzelliklerin yanı sıra, yüzünde -babasında da var olan, fakat oğlunda daha güçlü bir şekil alan- bir nur vardı. Bu ışık daha çok alnında ve parlak gözlerinde ışıldardı.” (s. 40)

Bu canlı tasvir, okuyuculara Peygamber'in (sav) fiziksel görünüşüne dair bir fikir veriyor.

Muhammed (sav) ve Hatice'nin iki oğlu ve dört kızı vardı. Oğulları bebeklik döneminde vefat etti. Ayrıca Ebu Talib'in mali zorlukları nedeniyle kuzeni Ali'yi evine aldı ve evlatlık oğlu Zeyd vardı. Lings ailesini şöyle anlatıyor:

“...bunun üzerine Muhammed (s.a.v.) de Ali’yi aldı. Bu sıralarda Hatîce, Abdullah adında bir erkek çocuğu daha dünyaya getirmişti; fakat Abdullah, Kasım’dan daha az bir zaman yaşadı. Bir anlamda Ali onun yerini almıştı. Rukiye ve Ümmü Gülsüm’le hemen hemen aynı yaşta, Zeyneb’den küçük ve Fâtıma’dan biraz büyük olan Ali, bu dört kuzeniyle kardeş gibi büyüdü. Bu beş kişi ve Zeyd, Muhammed ve Hatîce ailesinin özünü oluşturuyordu.” (s. 44)

Lings ayrıca Peygamber'in hayatında önemli bir figür olan Ümmü Eymen'den de bahsediyor:

“İşte bu sıralarda Ümmü Eymen’i yine aile fertleri arasında görüyoruz. Kaynaklar onun bir dul olarak döndüğünü, veya kocasının onu boşadığını belirtmiyorlar. Sebep her ne ise, Ümmü Eymen yerinin orası olduğunu biliyordu. Muhammed (s.a.v.), çoğu kez ona “anne” diye hitap eder ve başkalarına “O bana ailemden kalan tek ferttir” derdi.” (s. 46)

Bu, Peygamber (sav) ve ailesi gibi gördüğü Ümmü Eymen arasındaki yakın bağı vurguluyor.


Peygamberlik Görevinin Başlangıcı ve İlk Vahiyler

Lings'in anlatısı, Muhammed'in (sav) çocukluğunu, gençliğini ve evliliğini anlattıktan sonra, peygamberlik görevinin başlangıcına ve aldığı ilk vahiylere doğru ilerler. Onu peygamber olarak kabul eden ve İslam'ı ilk kucaklayanlar arasında yakın ailesinin üyeleri vardı. Hatice'nin baba tarafından kuzeni ve Hristiyan bir münzevi olan Varaka ibn Nevfel de önemli bir rol oynadı.

Peygamber (sav) yaşadıklarını Varaka ile paylaştığında, Varaka önceki kutsal kitaplardan edindiği bilgilerden işaretleri tanıyarak peygamberliğinin doğruluğunu teyit etti. Varaka ayrıca Peygamber'in (sav) karşılaşacağı zorlukları ve muhalefeti de önceden haber verdi:

“Varaka ona da Hatice’ye söylediklerinin aynısını tekrarladı. Fakat bu kez şunları da ekledi: “Sana yalancı diyecekler, kötü davranacaklar, sana savaş açacaklar ve seni kovacaklar; ben o günleri görürsem Allah için sana yardım edeceğim.” (s. 50)

Bu alıntı, ilk Müslümanların katlanacağı zulüm ve zorlukların habercisidir.

Lings, vahiylerin artan sıklığını ve içeriğini şöyle anlatıyor:

“Vahiy artık daha sık gelmeye başlamıştı. Vahiy geldiğinde Peygamber onu çevresindekilere aktarıyor, daha sonra ağızdan ağıza okunup ezberleniyordu. Dünyevi şeylerin geçiciliği, ölüm, tekrar dirilme ve Hesap Günü’nün kesin oluşu, Cennet ve Cehennem hakkında gittikçe daha çok âyet iniyordu. Fakat tüm bunların ötesinde en çok, Allah’ın yüceliğine, tek oluşuna, Hak olduğuna, Hikmet, Rahmet, Mağfiret, İhsan ve Kudreti’ne dikkat çekiliyordu. Bunların yanı sıra, açıkça Yaratıcılarının bir olduğuna işaret eden tabiat harikalarına ve evrendeki dengeye, O’nun âyetleri olarak değiniliyordu. Tabiattaki ahenk tevhîdin çokluklar dünyasınaaksetmesidir ve Kur’ân bu âhenge insanın düşünce duyularını harekete geçiren bir tema olarak değinir.” (s. 55)

Bu pasaj, ilk vahiylerin temel mesajlarını vurgular: Allah'ın birliği (Tevhid), dünya hayatının geçiciliği, hesap gününün kaçınılmazlığı ve doğadaki Allah'ın işaretleri üzerine düşünmenin önemi. Ahenk kavramını Allah'ın birliğinin kanıtı olarak vurgular.


İslam'ın İlk Yıllarında Zorluklar ve Kureyş'in Tepkisi

Peygamber'in (sav) tektanrıcılık mesajı ve putların reddi, Mekke'deki yerleşik düzen için önemli bir meydan okumaydı. Şehrin seçkinleri, özellikle zengin ve etkili olanlar için putperestlik sadece bir din değildi; ekonomik ve sosyal statüleriyle derinden iç içeydi. Kâbe ve putları merkezli Mekke'ye yapılan yıllık haclar, Mekke liderleri için önemli gelir ve prestij sağlıyordu. Peygamber'in (sav) putlara tapınmayı bırakma çağrısı, bu sistemin tamamını tehdit ediyordu. Sonuç olarak, İslam'ın ilk günleri, yeni inancı benimseyenler için zorluklar ve zulümle geçti.

Muhammed (sav) bizzat hakaretlere ve zararlara maruz kaldı, ancak Mekke liderleri, amcası Ebu Talib'in önderliğindeki klanı tarafından kendisine sağlanan koruma nedeniyle daha sert önlemler almakta tereddüt ettiler. Arap toplumunda kabile bağlantıları ve akrabalık bağları çok önemliydi ve bir klan liderinin korumasını ihlal etmek ciddi bir meseleydi.

Lings, erken bir çatışma olayını şöyle anlatıyor:

“İslâm’ın ilk günlerinde, Peygamber’in etrafındakiler sık sık gruplar halinde Mekke’nin dışındaki derelere gider ve kimseye görünmeden cemaatla namaz kılarlardı. Fakat bir gün birkaç putperest, onlar namaz kılarken yanlarına geldiler ve alay etmeye başladılar. Sonunda karşılıklı çatışma başladı ve Zühre kabilesinden Sa’d, kâfirlerden birine bir devenin kaburgası ile vurdu ve onu yaraladı. İslâm’da ilk kan dökme bu olay sırasında meydana geldi. Fakat o günden sonra, Allah aksini emredinceye dek şiddetten kaçınmaya karar verdiler. Çünkü Vahiy sürekli olarak Peygamber’e dolayısıyla onlara sabrı tavsiye ediyordu: “Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel kopma (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup ayrıl” (Müzzemmil: 10) ve “Sen şimdi o küfretmekte olanlara bir mühlet ver, kendilerine az bir süre tanı.” (Müzzemmil: 10, I.I. 168)

Bu şiddet eylemi iki taraf için de bir istisna teşkil ediyordu. Çünkü Kureyş’in tümü, Peygamber (s.a.v.) onu açıkça tebliğ ettikten sonra bile, yeni dine hoşgörü gösteriyordu. Bu hoşgörü, yeni dinin kendi tanrılarına, ilkelerine ve kökleşmiş geleneklerine karşı çıktığını fark etmelerine dek devam etti. Bunun farkına varır varmaz, bir grup ileri gelen adam Ebû Tâlib’e gitti ve onun yeğeninin faaliyetlerini sınırlaması gerektiğini söylediler. Ebû Tâlib onlara yatıştırıcı bir cevap verdi; fakat onun hiçbir şey yapmadığını görünce tekrar geldiler ve şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlib! Sen aramızda en şerefli ve en yüce konuma sahip olansın ve biz senden kardeşinin oğlunu kontrol altında tutmanı istedik, fakat sen böyle yapmadın. Tanrı’ya andolsun ki, babalarımızın horgörülmesine, tanrılarımızla alay edilmesine ve tanrılarımıza küfredilmesine dayanamayız. Ya O’nu engelle, ya da biz her ikinize de savaş açalım.” Ebû Tâlib büyük bir üzüntü içinde yeğenine haber gönderdi. Geldiğinde O’na, kendisini tehdit ettiklerini söyledi ve: “Ey kardeşimin oğlu! Kendini ve beni koru. Benim üstüme taşıyabileceğimden fazla yük yükleme” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: “Allah’a andolsun ki, benim bu yolu bırakmam için güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler, Allah dinini zafere ulaştırmadıkça veya ben bu yolda harap olmadıkça bırakmam” (I.I. 168). Daha sonra gözlerinde üzüntü belirtileriyle gitmek üzere ayağa kalktı. Fakat amcası onu geriye çağırdı ve şöyle dedi: “Ey kardeşimin oğlu, git ve istediğini yap; çünkü Tanrı’ya andolsun ki seni hiçbir konuda yüzüstü bırakmayacağım.” (s. 59-60)

Bu pasaj, ilk Müslümanlar ve Mekke yönetimi arasındaki artan gerilimi canlı bir şekilde tasvir ediyor. Aynı zamanda, Peygamber'in (sav) büyük baskı karşısında bile görevine olan sarsılmaz bağlılığını vurguluyor.

Lings, Kureyş'in başlangıçta Peygamber'e (sav) karşı alabileceği sınırlı eylemleri şöyle açıklıyor:

“Sözlerinin Ebû Tâlib tarafından yerine getirilmediğini görmelerine rağmen, Kureyşliler yine de onun yeğenine doğrudan saldırmakta tereddüt ettiler. Çünkü kabilesinin şefi olarak Ebû Tâlib, onu koruyabilecek güçteydi ve Mekke’deki her şef, kendi adına şeflik kurumuna saygılı olunmasını isterdi. Bu yüzden, ilk olarak Mekke’de hiçbir koruyucusu bulunmayan ve yeni dine giren zayıf kişilerle uğraşmaya karar verdiler.” (s. 60)

Bu, zulmün başlangıçta kabile koruması olmayan Müslüman topluluğunun daha güçsüz üyelerine odaklanmasının nedenini açıklıyor.


Mekkelilerin Reddetme Bahaneleri ve Kur'an'ın Mucizeliği

Peygamber (sav) mesajını yaymaya devam ettikçe, Mekke halkı onu reddetmek için çeşitli nedenler öne sürdü. Bazıları Tanrı'nın neden bir melek yerine insan bir elçi gönderdiğini sorgularken, diğerleri peygamberliğinin kanıtı olarak mucizevi işaretler talep etti. Ayın yarılması da dahil olmak üzere bazı mucizeler gerçekleşse de, çoğu bunları inkar etmenin yollarını buldu. Ancak Lings, en büyük mucizenin vahyinin kendisi, yani Kur'an olduğunu vurgular:

“Bunlardan başka sadece inananların şahit olduğu küçük mucizeler de vardı. Fakat bu tür harikulâdelikler yeni dinin merkezinde bir konuma sahip değildi, çünkü İsâ’nın bir önceki vahyin mucizesi olması gibi, bu vahyin mucizesi de Kur’ân’ın kendisiydi. Kur’ân’a göre İsâ, hem Allah’ın elçisi hem de “O’nun kelimesidir. Onu (Ol kelimesini) Mer’yem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur” (Nîsâ: 171). AynenAllah’ın kelimesi olan İsâ’da olduğu gibi şimdi de Allah’ın kelimesi olan Kur’ân’la İslâm gerçek bir din oluyordu.” (s. 75)

Lings, Kur'an'ın insanlığın hayret duygusunu yeniden uyandırmadaki amacını şöyle açıklıyor:

"Bu kelâmın (Kur’ân) işlevlerinden biri de, İslâm’a hanif bir din olarak bakıldığında (Rûm: 30) insanda zaman geçtikçe körelen ve yanlışlıklara yönelen duyguları tekrar uyandırmaktı. Bu nedenle Kureyş Peygamber’den mucize göstermesini istediğinde Kur’ân’ın cevabı onları her zaman gördükleri, fakat üzerinde düşünüp ibret almadıkları şeylere yöneltmek olmuştur:

“Kendileri bir bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?

Göğe; nasıl yükseltildi?

Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?

Yere; nasıl yayılıp, döşendi?” (Gaşiye: 17-20) (s. 76)

Bu pasaj, Kur'an'ın ilahi işaretlerin bir kaynağı olarak doğal dünyaya dikkat çektiğini vurgular. Yalnızca olağanüstü mucizelere odaklanmak yerine, yaratılışın günlük harikaları -develer, gökyüzü, dağlar ve yeryüzü- üzerinde Tanrı'nın gücünün ve bilgeliğinin kanıtı olarak düşünmeyi teşvik eder.


Mekke'deki Zorluklara Rağmen İslam'ın Yayılışı ve Medine'ye Hicret

Peygamber (sav) Mekke'de zorluklar ve zulümle karşılaşmasına rağmen mesajını yaymaya devam etti ve farklı derecelerde başarı elde etti. Birçok Mekkeli direnç göstermeye devam ederken, Tanrı İslam için yeni yollar açtı. Yesrib (Medine) halkı yeni dini duymaya başladı ve bu onların ilgisini çekti:

“Yesribliler, Mekke’de Peygamber olduğunu iddia eden bir adamın ortaya çıktığını duyunca dikkat kesildiler. Getirdiği mesajın özelliklerini duyduklarında ise daha çok ilgi duydular, çünkü onlar eskiden beri tektanrıcı akideye aşinaydılar. Yahudiler, onlarla daha iyi geçindikleri zamanlarda, Tanrı’nın birliğini ve insanın esas amacının ne olduğunu anlatırlar ve birlikte bu konuyu tartışırlardı. Öldükten sonra dirilme fikri çoktanrıcı putperestler için kabul edilmesi zor bir konuydu. Bir keresinde Yahudi âlimlerinden biri bu konuyla ilgili olarak güneyi işaret ederek, orada tekrar diriliş gerçeğini tasdik edip ispatlayacak bir peygamberin geleceğini söylemişti.” (s. 63)

Bu pasaj, Yesrib halkının Yahudi topluluklarıyla olan etkileşimleri sayesinde tektanrıcılık kavramlarına zaten aşina olduklarını ve bu durumun onları Peygamber'in (sav) mesajına daha açık hale getirdiğini açıklıyor.

Mekke'deki Müslümanlar zulümle karşılaşırken, bazıları Habeşistan'a (şimdiki Etiyopya) göç etti ve burada Hristiyan kral Necaşi'nin himayesi altında sığınak buldular. Bu, İslam'ın Mekke dışında yayılmasında önemli bir erken aşamayı işaret ediyordu. Sonunda Müslümanlar Yesrib'e de göç edeceklerdi ve şehir giderek yeni inancı benimseyecekti:

“...M.S. 621’de, beş tanesi tekrar hacca geldiler. Beraberlerinde ikisi Evs’li yedi kişi daha getirdiler. Akabe’de, bu on iki adam Peygamber’e biat etti[105]. Bu biat birinci Akabe Biatı olarak bilinir. İçlerinden biri şöyle anlattı: “İlk Akabe’de geceleyin Peygamber’e biat ettik, Allah’a ortak koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize[106], iftira etmeyeceğimize ve haktan ayrılmadıkça ona itaat edeceğimize söz verdik. O da bize şöyle dedi: “Eğer bu söze uyarsanız, Cennet sizindir; bugünahlardan bazılarını işlerseniz ve bu dünyada cezasını çekerseniz, bu ceza onlara kefaret olur. Fakat bu biatı mahşer gününe dek ta’dil ederseniz, o zaman cezalandırmak veya affetmek Allah’a kalmıştır.” (s. 120)

Bu pasaj, Yesrib'den gelen insanlar tarafından Peygamber'e (sav) verilen ilk resmi bağlılık sözünü anlatıyor ve bu, İslam'ın yayılmasında önemli bir dönüm noktasıydı.

Sonunda Peygamber (sav) kendisi de Yesrib'e (Medine) hicret etti. Bu karar, Mekke liderlerinin ona suikast düzenleme planı nedeniyle alındı. İslam'a karşı olan her klandan üyelerin suikaste katılması ve böylece Peygamber'in (sav) klanının tek bir kabileye misilleme yapmasını engellemesi üzerine bir plan yaptılar. Ancak Tanrı elçisini korudu:

“Plânlarını yaptıktan sonra Peygamber (s.a.v.) evine döndü ve Ali (r.a.)’ye Yesrib’e gideceğini, onun kendisindeki emanetleri sahiplerine verinceye kadar Mekke’de kalması gerektiğini söyledi. Peygamber 1  (s.a.v.)’e hâlâ “El-Emîn” deniyordu ve kâfirler bile hiç kimseye güvenmedikleri mallarını ona emanet ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.), Ali’ye, Kureyşlilerin kendisine suikast hazırladıklarını Cebrâîl’in haber verdiğini de söyledi.” (s. 130)  

Bu pasaj dikkat çekici bir noktayı vurguluyor: Peygamber'e (sav) karşı olanlar bile hala onun dürüstlüğüne ve doğruluğuna güveniyor ve değerli eşyalarını ona emanet ediyorlardı. Bu, onun karakteri ve itibarı hakkında çok şey söylüyor.


Hicret ve Medine'nin Dönüşümü

Peygamber'in (sav) ve takipçilerinin Yesrib'e (daha sonra Medine olarak yeniden adlandırıldı) hicreti, İslam tarihinde çok önemli bir anı işaret eder. Bu olay, daha önce Evs ve Hazreç arasındaki kabile savaşlarıyla bölünmüş bir şehrin birleşmesi de dahil olmak üzere önemli değişikliklere yol açtı. Yesrib'in bir diğer önemli özelliği de, bölgede yeni bir peygamberin gelişini uzun zamandır bekleyen önemli bir Yahudi nüfusuna sahip olmasıydı. Ancak, Lings'in kitabın başından itibaren belirttiği gibi, Peygamber (sav) İshak'ın değil, İsmail'in soyundan geldiği için beklentileri karşılanmadı:

“Yahudiler Peygamber (s.a.v.)’in gelişini ruhî ve manevî aydınlanma için değil, Yesrib’de daha önce sahip oldukları üstünlüğü tekrar ele geçirmek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Fakat onların ümitlerinin tersine, gelen peygamber, İshak’ın değil, İsmail’in soyundandı. Bir Allah’a inanan bu peygamberin başarıları, ilâhî kaynaktan destek gördüğünü gösterecek şekilde çoğalıyordu. Yahudiler, onun gerçekten hak Peygamber olmasından korktular ve bu yüzden, O’nun gönderildiği topluluğa karşı kıskançlık duymaya başladılar. Bununla birlikte yine de onun gerçek peygamber olmadığına kendi kendilerini ikna ediyorlar ve başkalarına da onun semavî bir elçinin özelliklerini taşımadığını söylüyorlardı.” (s. 141)

Bu pasaj, Medine'deki Yahudi toplumunun bazı üyelerinin, Peygamber'in (sav) soyunu fark ettiklerinde yaşadıkları hayal kırıklığını ve iç çatışmayı vurguluyor.

Kâbe nedeniyle Mekke kutsal bir yer olarak kalmaya devam ederken, Medine İslam'ın yeni merkezi haline geldi. Bu şehirden güçlü yeni bir devlet doğacaktı. Medine'nin Peygamber'i (sav) kabul etmesi, onu nispeten zayıf bir şehirden Arabistan'da baskın bir güce dönüştürdü:

“Peygamber (s.a.v) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları çapulcuları bastırıp onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan’da gelişen bu yeni gücü fark etmelerini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medîne’yi dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içerideki bu uyuşmazlık yerini büyük ve şaşırtıcı bir hızla yayılan bir ahenk ve uzlaşmaya bırakmıştı. Bu ahengi daha korkulacak hale getiren dei Medînelilerin en kesin savunma aracının saldırı olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.

Dışarıdan görünen buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, mucizevî bir birliğe dayanıyordu. Vahy’de şöyle deniyordu:

“Sen yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzlaştıramazdın. Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.” (Enfâl: 63)

Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v)’in varlığıydı. Onun varlığının câzibesi Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli hiçbir kimse ona karşı koyamazdı.” (s. 236)

Bu pasaj, Peygamber'in (sav) varlığının ve İslam'ın birleştirici gücünün Medine üzerindeki dönüştürücü etkisini vurguluyor ve onu güçlü ve birleşik bir topluluğa dönüştürüyor. Kur'an'dan yapılan alıntı, bu birliğin ilahi doğasını vurguluyor.


Medine Dönemi: Savaşlar, Antlaşmalar ve İslam'ın Yayılışı

Hicretle birlikte Medine, İslam toplumunun merkezi haline gelir. Ancak bu dönem, barış dolu bir başlangıçtan ziyade, Mekke ve müttefikleriyle yaşanan bir dizi çatışmaya sahne olur. Lings, bu savaşları kronolojik bir sırayla ve detaylı bir şekilde anlatır:

  • Bedir Savaşı (624): Müslümanların Mekkelilere karşı kazandığı ilk büyük zaferdir. Sayıca az olmalarına rağmen inançları ve stratejileri sayesinde galip gelirler. Bu zafer, Müslümanların moralini yükseltir ve İslam'ın yayılmasını hızlandırır.
  • Uhud Savaşı (625): Müslümanların taktik hataları nedeniyle kaybettikleri bir savaştır. Peygamber (sav) yaralanır ve birçok sahabi şehit düşer. Bu savaş, Müslümanlara disiplin ve itaat konusunda önemli dersler verir.
  • Hendek Savaşı (627): Medine'nin savunması için hendek kazılmasıyla gerçekleşen bir savaştır. Mekke ordusu şehre giremez ve geri çekilmek zorunda kalır. Bu savaş, Müslümanların savunma stratejilerini ve birliklerini gösterir.
  • Hudeybiye Antlaşması (628): Mekke ile Müslümanlar arasında imzalanan bir barış antlaşmasıdır. İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünse de, daha sonra İslam'ın barışçıl yollarla yayılması için önemli bir zemin hazırlar.
  • Mekke'nin Fethi (630): Hudeybiye Antlaşması'nın Mekkeliler tarafından ihlal edilmesi üzerine gerçekleşen bir olaydır. Peygamber (sav) büyük bir orduyla Mekke'ye girer ve şehri kansız bir şekilde fetheder. Kâbe putlardan temizlenir ve Mekke Müslümanların kontrolüne geçer.

Lings, bu savaşları sadece askeri bir bakış açısıyla değil, aynı zamanda bu olayların Müslüman toplumunun gelişimi ve İslam'ın yayılması üzerindeki etkileri açısından da ele alır. Savaşların yanı sıra, antlaşmalar, diplomatik ilişkiler ve toplumsal düzenlemeler gibi konulara da değinir.


Medine'de Peygamber'in (sav) Yaşamı: Sadelik ve İnsanilik

Martin Lings'in kitabı, Peygamber'in (sav) Medine'deki yaşamının kapsamlı bir anlatımını sunar ve savaş ve çatışma anlatılarının ötesine geçer. Hatice'nin Mekke'de ölümünden sonraki evlilikleri de dahil olmak üzere, Peygamber'in (sav) kişisel yaşamının detaylarına iner. Kitap, onun peygamber ve lider statüsüne rağmen nasıl sade bir hayat yaşadığını vurgulayarak günlük yaşamını tasvir eder. Lings, eşleri arasındaki kıskançlık gibi doğal insani duygular da dahil olmak üzere, evinin gerçeklerini tasvir etmekten çekinmez.

Peygamber'in (sav) yaşam alanları detaylı olarak anlatılır. Kendisi ve eşleri için özel olarak inşa edilmiş odalarda, mescitte ikamet ediyordu. Her eşiyle sırayla bir gün geçirerek adil ve düzenli bir rutin sürdürüyordu. Sorumluluklarına rağmen, yaşam tarzı oldukça sade kalmıştır. Lings, yaşam alanının sadeliğine bir bakış sunuyor:

"Peygamber (s.a.v) yine gülümsedi. Bundan cesaret alan Ömer yere oturdu. Odanın çıplaklığına bir kez daha şaşırdı -yerde bir hasır, üç tane de deri yastık vardı; başka hiçbir şey yoktu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)'e biraz daha lüks yaşamasını önererek Yunan'lıları ve lran'lıları örnek gösterdi. Fakat Resulullah (s.a.v) onun sözünü keserek: "Ey Hattab'ın oğlu, şüphe mi duyuyorsun? İyi şeyler onlara bu dünya için verilmiştir" dedi.” (s. 316)

Bu anekdot, Peygamber'in (sav) dünya mallarına bağlılığının olmadığını ve ahirete odaklandığını vurgular.

Kitap ayrıca Peygamber'in (sav) kişisel kayıplarına da değinir. Mekke'de oğullarını bebeklik döneminde kaybetmişti ve Medine'de de bazı kızlarının kaybını yaşadı. Medine'de doğan ve bebekken vefat eden İbrahim adında bir oğlu daha oldu. Lings, Peygamber'i (sav) sadece bir peygamber ve lider olarak değil, aynı zamanda diğer insanlar gibi aynı sevinçleri ve üzüntüleri yaşayan bir baba ve koca olarak da tasvir eder.


Peygamber'in (sav) Vefatı ve Sonrası

Kitabın son bölümü, Peygamber'in (sav) vefatını ve sonrasındaki olayları anlatır. Lings, Peygamber'in (sav) hastalığı, veda hutbesi ve vefatıyla ilgili detaylı bilgiler verir. Veda Hutbesi, İslam'ın temel prensiplerini özetleyen ve insanlığa evrensel mesajlar içeren önemli bir belgedir.

Peygamber'in (sav) vefatı, Müslüman toplumu için büyük bir kayıp olsa da, İslam'ın yayılışı durmaz. Lings, Peygamber'in (sav) ardından İslam'ın Arabistan Yarımadası'na ve ötesine nasıl yayıldığını kısaca özetler.

Yorum ve Özet: Martin Lings - Hz. Muhammed'in Hayatı Kitabı: Detaylı Bir Bakış


Yazar: Martin Lings (Ebubekir Siraceddin)

Kitabın adı: Hz. Muhammed'in Hayatı

Kitabın orijinal adı: Muhammad: His Life Based on the Earliest Sources

İlk yayın tarihi: 1983

Türkçe baskısı: İnsan Yayınları

Türkçeye çeviren: Nazife Şişman 

Sayfa sayısı: 400

ISBN: 975-574-220-4


Martin Lings kimdir?

Martin Lings, Müslüman olduktan sonraki adıyla ise Ebubekir Siraceddin, 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden, yazarlarından ve tasavvuf araştırmacılarından biridir. 1909 yılında İngiltere'de doğan Lings, Oxford Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı eğitimi almıştır. Başlangıçta Protestan bir ailede yetişmiş, ardından ateist olmuş ve daha sonra dinler üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda 1938 yılında Müslüman olmuştur. Müslüman olduktan sonra Ebubekir Siraceddin adını almıştır. Tasavvufi düşünceye derin bir ilgi duyan Siraceddin, özellikle Şeyh Ahmed el-Alevî eş-Şâzelî'nin etkisi altında kalmış ve bu alanda önemli eserler vermiştir. "Hz. Muhammed'in Hayatı" adlı eseri, onun en bilinen ve en çok okunan kitaplarından biridir ve İslam dünyasında büyük bir saygınlığa sahiptir.

Next Post Previous Post
No Comment
Add Comment
comment url

Benzer yayınlar