Kitap yorumu: Jack London - Kızıl Veba

Kitap yorumu: Jack London - Kızıl Veba

Amerikalı ünlü yazar Jack London’un  Kızıl Veba romanı, insanlığı, insanların kurduğu medeniyeti yok eden salgını ve kıyamet sonrası bir dünyayı anlatıyor. İlk defa 1912 yılında yayımlanan bu kitap, 2020 yılında patlak veren Covid salgınından sonra hala güncelliğini koruması ile de dikkat çekiyor. Eğer ilginizi çektiyse Jack London’un Kızıl Veba (The Scarlet Plague) kitabı ile ilgili incelemeye geçelim.


Jack London - Kızıl Veba kitap yorumu

Dünya 2020 yılında daha önce bu boyutlarda görülmeyen bir salgınla sarsıldı: Covid-19. Jack London’un Kızıl Veba romanı da benzer bir salgını anlatıyor. Ancak bu salgın o kadar ölümcül ki insan ırkını neredeyse tamamını yok etmiş. Geriye bir avuç insan kalmış. Bu açıdan 1912 yılında yayımlanan bu roman hala güncelliğini koruyan, hatta tam günümüze hitap eden geçmişten gelen bir hayalet gibi. Zaten bundan dolayı da romanın çevirmeni şu notu düşmüş kitapta:

“Jack London’ın elinizdeki romanı yazarken esinlendiği büyük bir salgın yoktu. 1900’lerin ilk yıllarında San Francisco’da yüz küsur kişinin etkilendiği küçük bir veba salgını görülmüştü. Dünyada yirmi milyon, ABD’de ise 700 bine yakin insanın ölümüne neden olan İspanyol Gribi, 1918’de, yani Jack London bu kitabı yazdıktan sekiz yıl sonra çıkmıştır. Dolayısıyla Jack London’ın esin kaynakları arasında, tanık olduğu bir salgın yoktur. Ama onun bilimsel gelişmeleri yakından takip ederek eserlerine yansıttığını biliyoruz.” (s. 67)

Tüm bunları değerlendirirsek, Jack London’un 100 yılı aşan bir süre sonra olabilecek bir olayı, öngörerek, tahmin ederek yazdığını söyleyebiliriz. Bu açıdan ilgiyle okunan, elinizden bırakmak istemeyeceğiniz bir roman. Şahsen Jack London’un yazım tarzını çok beğeniyorum. Okuduğum hiçbir romanı ya da öyküsü beni hayal kırıklığına uğratmadı. Bundan dolayı da her zaman zevkle okunabilecek evrensel bir yazar olduğunu söyleyebilirim.


Kızıl Veba konusu

Roman 2073 yılı ile başlıyor. İhtiyar bir adam ve bir çocuk, kıyamet sonrası bir dünyada yol alıyorlar. Geldikleri sahilde ise keçileri otlatan iki çocuk daha var. Bu ihtiyarın torunları. Romanda bahsedilen kıymet sonrası dünyada bir avuç insan yaşıyor. Çünkü 2013 yılında çıkan ölümcül salgın, buna Kızıl Ölüm ya da Kızıl Veba ismini vermişler, birkaç kişi dışında tüm insan ırkını hızlı bir şekilde yok etmiş. 

Granser isimli ihtiyar, söz konusu salgını gören ama hayatta kalmayı başaran nadir insanlardan. Geldiği yerde torunlarına, yaşanan salgın, salgın öncesi dünya ve salgın sonrası dünyada nasıl hayatta kaldığını, uzun yıllar nasıl tek başına yaşadığını, dünyada sağ kalmış birkaç insanla nasıl yeniden bir araya geldiğini anlatır. Tabii çocuklar için anlattıklarının çoğu bir masal gibi geliyor. Çünkü salgın öncesi dünyanın teknolojisi, bilim, uygar dünyada yaşama gibi şeyler onların kavrayabileceği şeylerin ötesinde. Onlar vahşi bir dünyaya göz açmışlar ve birer yabani olarak hayat sürüyorlar. Üzerlerinde ayı, keçi gibi hayvanların derilerinden postlar var. Avlanırken ya da kendilerini vahşi hayvanlara karşı korurken oklar, bıçaklar kullanıyorlar. Dünya eski çağlara geri dönmüş.

İşte, ihtiyar Granser’in anlatımından, 60 yıl önce yaşanan salgın ve sonrasında olanları öğreniyoruz. 


Kızıl Veba romanındaki salgın öncesi ve kıyamet sonrası dünya

Şimdi de Jack London’un bu eserinde bahsettiği ölümcül salgın öncesi ve yaşanan olaylardan sonra kıyamet sonrası dünyanın nasıl olduğuna bakalım. Jack London, yazdığı dönemin çok ötesinde, gelişmiş teknolojileri, kablosuz iletişimi ve haberleşmesi, kitlesel hava yolcuğu olan bir dünya kurgulamış. Bu bahsettiklerim bugün için normal gibi görünebilir. Yazarın bunları 1912 yılında hayal edip yazdığını düşünürseniz bu açıdan bir bilim kurgu romanı oluyor. 

Romanda kıyamet öncesi dünya ile ilgili en çok dikkatimi çeken şey, ABD’nin Patronlar Kurulu ismini verdiği, zengin ve nüfuzlu insanlar tarafından yönetilmesi. Hatta, ABD başkanı da bu kurul tarafından atanıyor. Bunun dışında dünyanın da Uluslararası Denetim Örgütü tarafından yönetildiğini öğreniyoruz ki Patronlar Kurulu’nun başkanının da bu örgütün bir üyesi olduğunu görüyoruz. Kısacası dünya çok gelişmesine rağmen bir avuç insan tarafından yönetiliyor. 

Salgın başlayınca ise tüm bu düzen aniden çöküyor. Mesela, San Francisco şehrinde salgın öncesi 4 milyon kişi yaşadığını öğreniyoruz. Salgından 60 yıl geçtikten sonra şehir ve kırsalında toplam 40 kişi var ki bunların büyük bir kısmı da Granser ve onun gibi hayatta kalan insanların çocukları ve torunları. Salgın başlayınca hızla yayılır ve uygar dünya da hızla çöker. Bu çöküş kitapta şöyle anlatılıyor:

“New York ile Chicago kaos içindeydi. Oralarda olan şeyler diğer bütün büyük şehirlerde de oluyordu. New York polisinin üçte biri ölmüştü. Şehrin emniyet müdürüyle valisi de öyle. Kanun ve düzen diye bir şey kalmamıştı. Cesetler sokaklarda yatıyor, gömülmüyordu. Bu büyük şehre yiyecek maddeleri ve diğer ihtiyaçları getiren trenler ve diğer taşıtlar çalışmıyor, fakir ve aç kalabalıklar gıda .mağazalarını ve depolarını yağmalıyordu. Her yerde cinayet, hırsızlık, sarhoşluk, kol geziyordu. Milyonlarca insan şehirden kaçmıştı; önce özel araçları ve hava taşıtlarıyla zenginler, sonra da aç oldukları için yollarının üstündeki çiftlikleri, köy ve kasabaları yağmalayan ve bu arada gittikleri yere hastalığı da taşıyan, sürüler halinde yaya kaçmaya çalışan büyük halk kitleleri.” (s. 29)

Kitap yorumu: Jack London - Kızıl Veba

Olayları anlatan Granser, salgın başladıktan sonra şehirde ne yaptıklarını, nasıl kendilerini salgından ve çılgına dönen kalabalıktan korumaya çalıştıklarını ayrıntısı ile anlatıyor. Ancak tüm çabalarına rağmen binlerce yıllık insan uygarlığı birkaç gün içinde yıkılmış gitmiş.

“Geçici düzenler köpükler gibi uçar gider,” diye mırıldandı, belli ki bir şiirden bir dize okumuştu. “Aynen öyle, köpükler gibi, geçici. İnsanın bu dünyadaki bütün çalışması köpükten öte bir şey değil. İnsan kendine faydası olacak hayvanları evcilleştirip düşmanca davrananları yok etti, toprağın yabani bitki örtüsünü temizledi. Ama sonra insan yok oldu ve ilkel hayat geri dönüp onun elleriyle yaptığı her şeyi sildi süpürdü. Arazileri orman oldu, tarlaları yabani otlarla doldu, sürülerini yırtıcı hayvanlar yedi. Baksanıza Cliff House sahilini bile kurtlar basıyor.” Bu düşünce onu dehşete düşürdü. “Bir zamanlar dört milyon kişinin gülüp eğlendiği buralarda şimdi kurtlar geziniyor, yabani torunlarımız, tarihöncesi dönemlerden kalma silahlarla bu koca dişli yağmacılara karşı kendilerini savunuyor. Bir düşünün! Hepsi de o Kızıl Ölüm yüzünden... ” (s. 10)

Uygar dünya çökünce de buradaki patronlar ve onların ayak takımı olarak gördüğü insanlar da yok olmuş. Hatta öyle ki bir şoför olan birisi, hayatta kalınca daha önce bahsettiğimiz Patronlar Kurulu başkanının karısını kendisine eş olarak almış. Bir zamanlar kraliçe gibi yaşarken, bir anda daha önce kendisinin şoförü olan adamın ayaklarını yıkayarak, ona yemek pişiriyor hale gelmiş. 

“Van Warden, Patronlar Kurulu’nun başkanıydı, yani Amerika’yı yöneten bir düzine adamdan biriydi. Serveti bir milyar sekiz yüz milyon doları buluyordu, yani senin elindeki paralardan onda bu kadar tane vardı Edwin. Sonra Kızıl Ölüm geldi ve adamın karısı, Şoförler Kabilesi’nin kurucusu Bill’in karısı oldu. Üstelik Bill onu döverdi. Gözlerimle gördüm.” (s. 12)


Kızıl Veba nasıl bir hastalık ve salgın nasıl yapıldı?

Bu arada şunu merak edebilirsiniz. Romanda bahsedilen kızıl ölüm ya da kızıl veba salgını nasıl bir hastalıktı. Satır araladında bunu öğreniyoruz. 

“Bu hastalığın ilk belirtilerini gösteren bir kişi, bir saat içinde ölmüş olurdu. Bazı durumlarda ölüm, birkaç saat sürerdi. Çoğu kişi ilk belirtilerin ortaya çıkmasından on-on beş dakika sonra ölüp gitti.” (s. 24)

Bazen dakikalar ve bazen de saatler içinde öldüren, çok hızlı bir salgın. Bu da aslında yayılmasını hızlandırıyor. Şöyle anlatılıyor:

“Kasılmaları atlatan kişi büyük bir sakinlik yaşar, sonra da ayaklarından başlayarak hızla bütün vücuduna yayılan bir uyuşukluk hissederdi. Topuklardan başlayarak sırayla ayakları, bacakları kalçaları hissizleşir, bu hal kalbe geldiğinde ölürdü. Hezeyanlar yaşamaz, uykuya dalmazdı. Kalbi hissizleşip durana kadar zihni son derece sakin olur, aklı mükemmelen çalışırdı. Bir başka ilginç şey de ölenin vücudunun büyük bir hızla dağılmasıydı. Öldüğü andan itibaren vücudu parçalanıp dağılmaya, gözlerinizin önünde erimeye başlardı. Zaten salgının bu kadar hızlı yayılmasının nedenlerinden biri de buydu. Cesetteki milyarlarca mikrop böylece hemen serbest kalıyordu.” (s. 25)


Jack London – Kızıl Veba romanı karakterleri

Romanın ana karakteri Granser ve torunları. Salgından 60 yıl sonra bir sahilde oturarak sohbet ediyorlar. Torunları eski uygar dünyayı görmemiş, hatta birçok şeyi bile hayal edemiyor ve anlayamıyorlar. Mesela sadece 10’a kadar sayabiliyorlar. Mikrop nedir onlara anlatmak zor. Salgının göze görünmeyen bir mikrop ile başladığını kavramaları da imkansız. Dünya karanlığa gömülünce bu çocuklar da vahşi dünyaya gözlerini açmışlar ve birer vahşiler. Adları şöyle:

  • Tavşandudak
  • Edwin
  • Hu-Hu

Bize hikayeyi anlatan Granser ise salgın başladığında 27 yaşında olduğunu söylüyor. Bir üniversitede İngilizce profesörüydü. Gerçek ismi ise Profesör James Howard Smith. Olaylardan 60 yıl geçtiğini söylediğine göre olayları anlatırken 87 yaşında. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Jack London’un Kızıl Veba romanı, bilim kurgu ögeleri de içeren bir kıyamet sonrası kitabı. Türünün ilk örneklerinden de biri. Bir salgını anlatması ise yakın bir zamanda Covid 19’u atlatan dünya için  1912 yılında yazılmış olmasına rağmen güncel bir konuyu işleyen ve aynı zamanda bir oturuşta okuyabileceğiniz güzel bir roman. 

Ayrıca bakınız: 22 En İyi Distopya Romanı ile Karanlık Geleceğe Yolculuk

Kitap yorumu: Jack London - Kızıl Veba

Jack London

Kızıl Veba

Özgün adı:  The Scarlet Plague

Çev: Levent Cinemre

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

İstanbul

2020

68 sayfa.


Next Post Previous Post
1 Comments
  • Girly Video Diaries
    Girly Video Diaries 16 Şubat 2025 18:03

    sevdiğim bir kitaptır

Add Comment
comment url

Benzer yayınlar