Theodor W. Adorno - Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi (Kitap özeti)
“Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi” başlığı ile basılan bu kitap üç makaleden oluşuyor ve Theodor Adorno ile Max Horkheimer’in Aydınlanmanın Diyalektiği isimli kitapta “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma” başlığı altında eleştirel bir yaklaşım geliştirdikleri “kültür endüstrisi” kavramı üzerinde duruyor.
Theodor W. Adorno - Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi
Kitapta üç ayrı makale var. Birincisi 1944 yılında Adorno ve Horkheimer’in ortak kaleme aldığı ve Aydınlanmanın Diyalektiği kitabındaki “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma” başlıklı makale. İkincisi 1963 tarihi bulunan Adorno’nun “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” başlıklı ve üçüncüsü de 1960 tarihli “Kültür ve Yönetim” başlıklı makaleler. Ancak her üçü de “kültür endüstrisi” kavramı üzerinde duruyor ve ayrıntılı inceliyor.
Adorno en başta modernist sanatı savunuyor ve buna karşılık da kültür endüstrisini eleştiriyor. Bernstein de buna dikkat çekiyor ve “kültür endüstrisinin “tam özgürlüğü” teşvik eden ya da engelleyen potansiyelleri bakımından ele alınması” gerektiğini söylüyor. Kültür endüstrisi en başta bireyin/toplumun boş zamanını hedefler.
Bernstein şöyle diyor: “Eserleri çoğaltılmak ve kitlesel olarak tüketilmek üzere üreten kültür endüstrisi, “serbest” zamanı, yani sermayenin sultası altında elde kalan özgürlük alanını, boş zamanın dışındaki üretim alanında hüküm süren mübadele ve eşdeğerlik ilkeleriyle uyumlu olarak örgütler; kültürü, herkesin arzularını tatmin etme hakkını gerçekleştirmesi olarak sunarken, gerçekte toplumun negatif bütünleşmesini devam ettirir.” (s. 13)
J. M. BERNSTEIN’İN SUNUŞU
Kitabın girişinde ise J. M. Bernstein'ın Culture Industry (Routledge, 1991) adlı derlemeye yazdığı ve bu kitaba da “Sunuş” olarak eklenen bir yazı var. Bernstein, Adorno’nun kültür endüstrisi kavramı üzerinde durarak, onun sanat, yüksek ve düşük sanat kavramları üzerinde duruyor, bir yandan da Adorno’nun kültür endüstrisi kavramı üzerindeki değerlendirmelerini ve eksik yönlerini eleştiriyor.Adorno en başta modernist sanatı savunuyor ve buna karşılık da kültür endüstrisini eleştiriyor. Bernstein de buna dikkat çekiyor ve “kültür endüstrisinin “tam özgürlüğü” teşvik eden ya da engelleyen potansiyelleri bakımından ele alınması” gerektiğini söylüyor. Kültür endüstrisi en başta bireyin/toplumun boş zamanını hedefler.
Bernstein şöyle diyor: “Eserleri çoğaltılmak ve kitlesel olarak tüketilmek üzere üreten kültür endüstrisi, “serbest” zamanı, yani sermayenin sultası altında elde kalan özgürlük alanını, boş zamanın dışındaki üretim alanında hüküm süren mübadele ve eşdeğerlik ilkeleriyle uyumlu olarak örgütler; kültürü, herkesin arzularını tatmin etme hakkını gerçekleştirmesi olarak sunarken, gerçekte toplumun negatif bütünleşmesini devam ettirir.” (s. 13)
Benzer kitap özeti: Tom Bottomore - Frankfurt Okulu ve Eleştirisi
Kültür endüstrisi görünürde işçi, memura boş zamanında eğleneceği bir şey sunar, dinlendirir. Karşılığında ise bir ücret istemez. Televizyondaki bir film, tiyatro ya da radyodaki bir konser gibi. Ancak bu “ücretsiz” ve “kamu hizmeti” olarak görülen şeyin ücretini işçi zaten çoktan ödemiştir.
“Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir.” Dolayısıyla haz daima “direnişe ilişkin son düşünceden kaçmak”tır; eğlencenin vaat ettiği özgürleşme, “yadsıma gibi, düşünceden de kurtulmaktır” ... Böylelikle, kültür endüstrisi biçimindeki araçsal akıl, aklın ve akıl yürüten öznenin aleyhine işlemeye başlar. Düşünümün bu şekilde bastırılması, aydınlanmış aklın özündeki akıldışılıktır.” (s. 21)
Bernstein bir yandan Adorno’nun kültür endüstrisi kuramını eleştiriyor bir yandan da katıldığı ve haklı noktalara değiniyor. Adorno’nun kuramının eksik olduğunu söylediği kısım şöyle: “Kültür endüstrisi artık yekpare bir ideolojinin dayanağı değildir, istemeden ya da fark etmeden de olsa çatışma, isyan ve muhalefet unsurlarını, özgürleşme ve ütopya dürtülerini içinde barındırır. Örneğin pop müzik metalaşmanın, şeyleşmenin ve standartlaşmanın özelliklerini sergiliyor olabilir; ama aynı ölçüde “acı, öfke, neşe, isyan, cinsellik vs. gibi duyguları da ifade edebilir”. Dolayısıyla, daha karmaşık ve duyarlı bir kültür yorumuna ihtiyaç vardır, kitle iletişiminin simgesel boyutunu ortaya koyabilen, teknolojik yeniliklerin (video, kablolu televizyon vs.) ilerici imkânlarına cevap verebilen, kitle iletişiminin gerçek ekonomi politiğini tahlil edebilen bir yorum. Adorno’nun kuramı bu boyutlardan yoksun olduğu için, kültür endüstrisinin izleyici kitlesini kitlesel bir aldatmacanın kurbanı olarak tasvir eder, böylece “bilincin görece özerkliği”ni göz ardı eder.” (s. 34)
AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ
Bernstein, Adorno ve Horkheimer’in kitabı üzerinde de duruyor ve ana hatlarıyla neden bahsettiğine değiniyor: “Bu eser (Aydınlanmanın Diyalektiği), Aydınlanma'nın kendi kendini yok edişini ana hatlarıyla anlatır. Kitabın ana tezi, insanlığı mitsel güçlerin esaretinden kurtaran ve doğa üzerinde ilerlemeci bir tahakküm kurmasını sağlayan akılsallığın, içsel doğası aracılığıyla, mite yeniden dönülmesine ve yeni, daha da mutlak tahakküm biçimlerine yol açtığıdır.” (s. 13) der ve şöyle devam eder: “Adorno ile Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği’ne yazdıkları sunuşta, kamuoyunun artık bir meta haline geldiğini, dilin de o metanın tanıtımını yapan bir araç olduğunu yazarlar. Bu nedenle, “Aydınlanma’nın dinmek bilmez özyıkımını” ortaya koymak için yerleşik dilsel ve kavramsal kabullere güvenilemeyeceğini, bunların kullanılamayacağını söylerler.” (s. 17 – 18)Kültür endüstrisi görünürde işçi, memura boş zamanında eğleneceği bir şey sunar, dinlendirir. Karşılığında ise bir ücret istemez. Televizyondaki bir film, tiyatro ya da radyodaki bir konser gibi. Ancak bu “ücretsiz” ve “kamu hizmeti” olarak görülen şeyin ücretini işçi zaten çoktan ödemiştir.
“Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir.” Dolayısıyla haz daima “direnişe ilişkin son düşünceden kaçmak”tır; eğlencenin vaat ettiği özgürleşme, “yadsıma gibi, düşünceden de kurtulmaktır” ... Böylelikle, kültür endüstrisi biçimindeki araçsal akıl, aklın ve akıl yürüten öznenin aleyhine işlemeye başlar. Düşünümün bu şekilde bastırılması, aydınlanmış aklın özündeki akıldışılıktır.” (s. 21)
Bernstein bir yandan Adorno’nun kültür endüstrisi kuramını eleştiriyor bir yandan da katıldığı ve haklı noktalara değiniyor. Adorno’nun kuramının eksik olduğunu söylediği kısım şöyle: “Kültür endüstrisi artık yekpare bir ideolojinin dayanağı değildir, istemeden ya da fark etmeden de olsa çatışma, isyan ve muhalefet unsurlarını, özgürleşme ve ütopya dürtülerini içinde barındırır. Örneğin pop müzik metalaşmanın, şeyleşmenin ve standartlaşmanın özelliklerini sergiliyor olabilir; ama aynı ölçüde “acı, öfke, neşe, isyan, cinsellik vs. gibi duyguları da ifade edebilir”. Dolayısıyla, daha karmaşık ve duyarlı bir kültür yorumuna ihtiyaç vardır, kitle iletişiminin simgesel boyutunu ortaya koyabilen, teknolojik yeniliklerin (video, kablolu televizyon vs.) ilerici imkânlarına cevap verebilen, kitle iletişiminin gerçek ekonomi politiğini tahlil edebilen bir yorum. Adorno’nun kuramı bu boyutlardan yoksun olduğu için, kültür endüstrisinin izleyici kitlesini kitlesel bir aldatmacanın kurbanı olarak tasvir eder, böylece “bilincin görece özerkliği”ni göz ardı eder.” (s. 34)
Eleştirilerden sonra ise katıldığı noktalara dikkat çekiyor: “Adorno’nun kuramı ve analizi, kültür endüstrisinin homojenleştirme hedefine gereğinden fazla odaklanıyor olabilir; ama sözde bireysellik ile bireysellik, eğlence ile mutluluk, uyumluluk ile özgürlük, sözde eylem ile eylem, aldatıcı ötekilik ile özdeş olmayan ötekilik arasındaki farka dikkat çeker. Bunlar ve bunlarla bağlantılı analiz terimleri Adorno’nun kuramının esasını oluşturur. Kültür endüstrisinin yol açtığı etkisizleştirmeler ve gerilemeler, bence aynen Adorno’nun tasvir ettiği gibidir.” (s. 41)
Benzer: Levent Yaylagül - Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar
Bu makale, Adorno’nun Horkheimer ile birlikte “kültür endüstrisi” kavramını geliştirdikleri ve savundukları yazıdır. Buradaki belli başlı öğeleri kısa ve öz bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Adorno ve Horkheimer’e göre kültür, tek elden endüstriyel bir hızla üretilir ve tüketime sunuluyor. Bu üretilen kültürün tek bir iskeleti belirleniyor ve hepsi buna göre şekilleniyor. Yani bir şablon var. Bir anlamda seri bir üretim için gereken bir şablon. Kültür ürününün bazı kısımları farklı olabilir ancak en temelde iyi belirlenmiş, iyi seçilmiş bir iskelete dayanıyor. Tabii kültür endüstrisi de kendisini “talebi karşılamak için standartlaşmanın gerekli olduğu” şeklinde savunuyor. Ancak Adorno’ya göre kültürün endüstrileşmesi sonucu da bu sefer sanat diye bir şey kalmıyor.
THEODOR ADORNO VE MAX HORKHEİMER - KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ: KİTLELERİN ALDATILIŞI OLARAK AYDINLANMA
Adorno ve Horkheimer’e göre kültür, tek elden endüstriyel bir hızla üretilir ve tüketime sunuluyor. Bu üretilen kültürün tek bir iskeleti belirleniyor ve hepsi buna göre şekilleniyor. Yani bir şablon var. Bir anlamda seri bir üretim için gereken bir şablon. Kültür ürününün bazı kısımları farklı olabilir ancak en temelde iyi belirlenmiş, iyi seçilmiş bir iskelete dayanıyor. Tabii kültür endüstrisi de kendisini “talebi karşılamak için standartlaşmanın gerekli olduğu” şeklinde savunuyor. Ancak Adorno’ya göre kültürün endüstrileşmesi sonucu da bu sefer sanat diye bir şey kalmıyor.
Teknik
Ayrıca makalede teknikten bahsediliyor. Teknik dedikleri şey ise şudur: “Şimdilik kültür endüstrisi, tekniği standartlaştırmadan ve seri üretimden ibaret olmuş, yapıtın mantığını toplumsal sistemin mantığından ayıran her şeyi feda etmiştir.” (s. 49)
Klişe
Her şey bir şemanın parçası olarak üretilir ve bu şemada da klişeler var. Bu klişeleri ürünlerde çok sık görürüz. Bunu Adorno film sektöründen bir örnekle şöyle açıklıyor: “Her filmin başından nasıl biteceği, kimin ödüllendirilip kimin cezalandırılacağı ya da unutulacağı anlaşılır;” (s. 54) İşte yukarıda bahsettiği iskelet de bu klişelerle süslenyor.
Tabii bu standartlaşmanın, şemanın ve kalıpların kültür endüstrisi için başka bir yararı daha var. Bunlar insanda belirli tür müzik, söze karşı da kalıplaşmış duygular oluştururlar. Bu da yapıt kötü olsa da içindeki eski güzel yapıtları anımsatan bu klişe ve efektler kötünün başarısını garanti eder.
“İzleyicinin seyir sırasındaki gerilimi onda öylesine alışkanlık haline gelmiştir ki, her defasında özel olarak yaratılmasına gerek kalmaz ve onun imgelem gücünü bastırmaya yeter. Filmin yarattığı evren -jestler, imgeler ve sözler- tarafından, filmi bir evrene dönüştürecek katkıyı yapamayacak ölçüde soğurulmuş izleyicinin, gösterim anında kendini aygıtın o anki performansına kaptırması şart değildir, istenilen ölçüde dikkat toplamak, tüketicinin mutlaka bildiği başka filmler ve kültür ürünlerinden ötürü alışkanlık haline geldiği için, bu edim kendi kendine gerçekleşir.” (s. 56)
Kültür endüstrisi tüketicinin (işçi, memur) işten sonar sabah yeniden üretmeye başlayacağı ana kadar onu oyalayacak, bir anlamda ürettiğini tükettirecek ve yeniden üretir hale gelecek tarzda çalışır ve üretilir.
Kültür endüstrileri neyin talep edildiğini iyi takip eder ve onu sunar. Bu estetik açıdan güzel olmasa da. Bundan dolayı da başarılıdır. Ayrıca sanatçıyı da kendi çarkları arasından uzman olarak çalıştırır. Eğer sanatçı endüstride onun belirlediği şablonlar içinde çalışmazsa onu ötekileştirir ve dışlar. Bu da sanatçının büyük maddi sıkıntılar çekmesi demektir.
Kültür endüstrisinden yeniden uzak durulur. Çünkü ne getireceği belli değil. Tercih edilen ise eski, denenmiş ve başarısından emin olunan yapıtlar, klişeler, şablonlardır. Bu bana son yıllarda özellikle sürekli yenileri çekilen filmleri hatırlatıyor. Transformers, Spider Man, Star Wars ve diğer. Neden Transformers 5 filmi çekiliyor. Çünkü denenmiş, sınanmış ve çok satanlar listesine gireceğine kesin gözü ile bakılıyor. Yeni bir şey denemektense aynı konu ve film sürekli çekilir.
Adorno ise buna şöyle değiniyor: “Aynılığın sürekliliği geçmişle olan ilişkiyi de düzenler. Kitle kültürü evresini liberalizmin geç evresinden ayıran yenilik, yeninin dışlanmasıdır. Makine, hep aynı yerde döner durur. Tüketimi belirlediği gibi, henüz denenmemiş olan her şeyi riskli bularak eler. Güven verici biçimde, temelden çok satanların arasına girmeyen her senaryo taslağına, film yapımcıları kuşkuyla bakar. Durmadan “fikir”, “yenilik" ve “sürpriz”den, yani herkesçe bilinip hiç görülmemiş şeylerden söz edilmesinin nedeni budur. Tempo ve dinamizm dedikleri işte buna hizmet eder. Hiçbir şey eskisi gibi kalmamalı; her şey durmadan akıp gitmeli, hareket halinde olmalıdır. Çünkü sadece mekanik üretim ve yeniden üretimin yarattığı ritmin evrensel zaferi, hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve sisteme uygun olmayan hiçbir şeyin gün yüzüne çıkmayacağını güvence altına alabilir. Sınanmış kültür birikimine katkıda bulunmak, fazla kurgusaldır. Skeç, kısa öykü, mesaj kaygılı film ya da hit şarkı gibi kemikleşmiş türler, geç dönem liberal beğeninin normatif bir niteliğe büründürülüp dayatılmış ortalamalarıdır. (s. 65)
Transformers’in birinci filminin başarısı tesadüf eseri değildir. Onun da film yapılması yukarındaki paragrafın ödendiği gibi belirli bir plan çerçevesinde geçmişteki başarısı göz önüne alınarak yapılmıştır. Çocukluğunda Transformers çizgi filmi ile büyüyen geniş bir kitle ve filmine de geçmişten gelen, oluşturulan bir talep vardır. Onun için bu film başarılı olmuştur. Şimdinin çocukları da Tranformers çizgi filmi izliyor.
Star Wars’ın 7. ve 8. filminin de çekilmesi boşuna değildir. Başarılı bir yapım ve yıllardır oluşan büyük bir tüketici ve potansiyel tüketici kitlesi var. Onun için bu tür yapımların devamı yapılacak. Çünkü çok ve iyi satması artık garantidir. Yıllarca test edilmiş ve başarısı tescilleniştir. Ondan dolayı Star Wars yerine çok satması garanti olmayan bir filmin çekilmesi her zaman risk taşır.
“Yine de kültür endüstrisi bir eğlence işletmesi olarak kalır. Tüketiciler üzerindeki etkileme gücü eğlence aracılığıyla uygulanır… Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir. Ama aynı zamanda mekanikleştirme, boş zamanı olan kimseler ve onların mutluluğu üzerinde öyle bir güce sahiptir ki, eğlence metalarının üretimini temelden belirleyerek bu kimselere boş zamanlarında emek süreçlerinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz.” (s. 68)
Kültür endüstrisinden yeniden uzak durulur. Çünkü ne getireceği belli değil. Tercih edilen ise eski, denenmiş ve başarısından emin olunan yapıtlar, klişeler, şablonlardır. Bu bana son yıllarda özellikle sürekli yenileri çekilen filmleri hatırlatıyor. Transformers, Spider Man, Star Wars ve diğer. Neden Transformers 5 filmi çekiliyor. Çünkü denenmiş, sınanmış ve çok satanlar listesine gireceğine kesin gözü ile bakılıyor. Yeni bir şey denemektense aynı konu ve film sürekli çekilir.
Adorno ise buna şöyle değiniyor: “Aynılığın sürekliliği geçmişle olan ilişkiyi de düzenler. Kitle kültürü evresini liberalizmin geç evresinden ayıran yenilik, yeninin dışlanmasıdır. Makine, hep aynı yerde döner durur. Tüketimi belirlediği gibi, henüz denenmemiş olan her şeyi riskli bularak eler. Güven verici biçimde, temelden çok satanların arasına girmeyen her senaryo taslağına, film yapımcıları kuşkuyla bakar. Durmadan “fikir”, “yenilik" ve “sürpriz”den, yani herkesçe bilinip hiç görülmemiş şeylerden söz edilmesinin nedeni budur. Tempo ve dinamizm dedikleri işte buna hizmet eder. Hiçbir şey eskisi gibi kalmamalı; her şey durmadan akıp gitmeli, hareket halinde olmalıdır. Çünkü sadece mekanik üretim ve yeniden üretimin yarattığı ritmin evrensel zaferi, hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve sisteme uygun olmayan hiçbir şeyin gün yüzüne çıkmayacağını güvence altına alabilir. Sınanmış kültür birikimine katkıda bulunmak, fazla kurgusaldır. Skeç, kısa öykü, mesaj kaygılı film ya da hit şarkı gibi kemikleşmiş türler, geç dönem liberal beğeninin normatif bir niteliğe büründürülüp dayatılmış ortalamalarıdır. (s. 65)
Star Wars’ın 7. ve 8. filminin de çekilmesi boşuna değildir. Başarılı bir yapım ve yıllardır oluşan büyük bir tüketici ve potansiyel tüketici kitlesi var. Onun için bu tür yapımların devamı yapılacak. Çünkü çok ve iyi satması artık garantidir. Yıllarca test edilmiş ve başarısı tescilleniştir. Ondan dolayı Star Wars yerine çok satması garanti olmayan bir filmin çekilmesi her zaman risk taşır.
“Yine de kültür endüstrisi bir eğlence işletmesi olarak kalır. Tüketiciler üzerindeki etkileme gücü eğlence aracılığıyla uygulanır… Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir. Ama aynı zamanda mekanikleştirme, boş zamanı olan kimseler ve onların mutluluğu üzerinde öyle bir güce sahiptir ki, eğlence metalarının üretimini temelden belirleyerek bu kimselere boş zamanlarında emek süreçlerinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz.” (s. 68)
Kültür endüstrisinin amacı sadece çok satmak değildir. Aynı zamanda kitleyi pasifleştiriyor, kendi acısını ya unutturuyor ya da kabul ettiriyor. Pasif bir kitle de her türlü başkaldırı, düşünme ya da aydınlanmadan uzaktır. Ondan istenileni yapar, boyun eğer, kabullenir. “Çizgi filmdeki Donald Duck ve gerçek yaşamdaki bahtsızlar dayak yesin ki onları izleyenler kendi yedikleri dayağa alışsınlar.” (s. 71)
“Arzunun nesnesini, kazağın içindeki göğüsleri ya da atletik kahramanın çıplak gövdesini belirgin hale getirerek, yalnızca, doyumun esirgenmesine alışık olduğu için çoktandır mazoşist bir hazza indirgenen yüceltilmemiş ön hazzı kamçılar. Hiçbir erotik sahne yoktur ki, kışkırtıcı imalar ile ima edilen o noktaya kesinlikle varılmaması gerektiğine ilişkin göndermeleri bir arada barındırmasın. Hays Office, kültür endüstrisinin yerleştirmiş olduğu ritüeli, Tantalos* ritüelini onaylamaktan başka bir şey yapmıyor. Sanat yapıtları çileci ve utanmazdır, kültür endüstrisi ise pornografik ve iffetli. Böylelikle aşkı bir aşk macerasına indirger.” (s. 72)
Tantalos*: Yunan mitolojisinde, Zeus ile Plüton’un oğlu. Zeus’un öfkesini üzerine çektiği için cezalandırılır: etrafındaki nimetler, tam onlara uzandığı anda yok olmaktadır.
“Arzunun nesnesini, kazağın içindeki göğüsleri ya da atletik kahramanın çıplak gövdesini belirgin hale getirerek, yalnızca, doyumun esirgenmesine alışık olduğu için çoktandır mazoşist bir hazza indirgenen yüceltilmemiş ön hazzı kamçılar. Hiçbir erotik sahne yoktur ki, kışkırtıcı imalar ile ima edilen o noktaya kesinlikle varılmaması gerektiğine ilişkin göndermeleri bir arada barındırmasın. Hays Office, kültür endüstrisinin yerleştirmiş olduğu ritüeli, Tantalos* ritüelini onaylamaktan başka bir şey yapmıyor. Sanat yapıtları çileci ve utanmazdır, kültür endüstrisi ise pornografik ve iffetli. Böylelikle aşkı bir aşk macerasına indirger.” (s. 72)
Tantalos*: Yunan mitolojisinde, Zeus ile Plüton’un oğlu. Zeus’un öfkesini üzerine çektiği için cezalandırılır: etrafındaki nimetler, tam onlara uzandığı anda yok olmaktadır.
Kaçış
Bir kaçıştır ancak kurtuluş değil. Belki de sürekli ertelemedir. “Kültür endüstrisi ve onun tüm dalları, gündelik yaşamdan kaçış vaat eder; tıpkı bir Amerikan mizah dergisinde çıkan bir karikatürde olduğu gibi: baba evinden kaçan kızın karanlıkta indiği merdiveni tutan kişi babasıdır. Kültür endüstrisi gündelik yaşamı cennet gibi sunar. Kaçmanın, tıpkı kocaya kaçmak gibi, kişileri çıkış noktasına geri götüreceği baştan bellidir. Eğlence, kendini eğlencenin içinde unutmak isteyen teslimiyetçiliği daha da artırır.” (s. 75)
Reklam
Kültür endüstrisi denildiğinde reklamı da es geçmemek gerekiyor. Reklamın aslında üretici ile tüketici arasında bir iletişim aracı olduğunu yönündeki klasik görüşe değinen ve yararlı bir şey olduğunu ima eden yazarlar, ancak gerçekte sistemin böyle işlemediğini de belirtiyor. Çünkü artan reklam maliyetleri ile reklam pazarına sadece seçkin üreticiler girebiliyor. Bu da diğerlerini, gücü az olanı, istenmeyeni uzak tutmak için iyi bir yöntem olarak ortaya çıkıyor.
“Rekabetçi toplumda reklam, alıcıya pazarda yol göstermek gibi toplumsal bir hizmet görüyordu; tercih yapılmasını kolaylaştırıyor, bilinmeyen ama diğerlerine göre daha iyi bir performans sergileyen üreticilerin mallarını ilgili tüketiciye satabilmelerine yardımcı oluyordu. Zamana mal olmak şöyle dursun, zamandan tasarruf sağlardı. Serbest piyasanın sonunun geldiği günümüzde, reklamın arkasında sistemin egemenliği gizlenmekledir. Reklam tüketicileri büyük tröstlere zincirleyen bağları daha da güçlendirmektedir. Başta radyolar olmak üzere reklam ajanslarının talep ettiği fahiş fiyatları sürekli ödeyebilenler, yani ancak zaten işin içinde olanlar ya da bankaların ve endüstri sermayesinin kararıyla buna uygun bulunanlar, satıcı kimliğiyle sözde pazara ayak basabilir. Sonunda yine tekellerin cebine dönen reklam giderleri, istenmeyen marjinalleri zorlu bir rekabet savaşında yok etmeyi gereksiz kılar; reklam giderleri, söz sahibi olanların arasına dışardan kimsenin girmemesini güvence altına alır; bu açıdan reklam, totaliter devletlerde hangi işletmelerin açılıp hangilerinin işletilmesine devam edeceğine karar veren ekonomik kurullara benzer.” (s. 101)
“Rekabetçi toplumda reklam, alıcıya pazarda yol göstermek gibi toplumsal bir hizmet görüyordu; tercih yapılmasını kolaylaştırıyor, bilinmeyen ama diğerlerine göre daha iyi bir performans sergileyen üreticilerin mallarını ilgili tüketiciye satabilmelerine yardımcı oluyordu. Zamana mal olmak şöyle dursun, zamandan tasarruf sağlardı. Serbest piyasanın sonunun geldiği günümüzde, reklamın arkasında sistemin egemenliği gizlenmekledir. Reklam tüketicileri büyük tröstlere zincirleyen bağları daha da güçlendirmektedir. Başta radyolar olmak üzere reklam ajanslarının talep ettiği fahiş fiyatları sürekli ödeyebilenler, yani ancak zaten işin içinde olanlar ya da bankaların ve endüstri sermayesinin kararıyla buna uygun bulunanlar, satıcı kimliğiyle sözde pazara ayak basabilir. Sonunda yine tekellerin cebine dönen reklam giderleri, istenmeyen marjinalleri zorlu bir rekabet savaşında yok etmeyi gereksiz kılar; reklam giderleri, söz sahibi olanların arasına dışardan kimsenin girmemesini güvence altına alır; bu açıdan reklam, totaliter devletlerde hangi işletmelerin açılıp hangilerinin işletilmesine devam edeceğine karar veren ekonomik kurullara benzer.” (s. 101)
Kitap önerisi: John Berger – Görme Biçimleri
“Kültür endüstrisi ifadesi ilk kez, Horkheimer ile benim 1947 yılında Amsterdam’da yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği kitabında kullanılmıştır. Müsveddelerimizde kitle kültüründen söz ediliyordu. Burada, kitlenin içinden adeta kendiliğinden yükselen bir kültür, halk sanatının günümüzdeki biçimi söz konusuymuş gibi, konuyu savunanların hoşuna gidecek bir yorumu en baştan olanaksızlaştırmak için “kitle kültürü” ifadesini “kültür endüstrisiyle değiştirdik. Kültür endüstrisi öyle bir kültürden son derece farklıdır. Kültür endüstrisi bildik şeyleri yeni bir nitelikte birleştirir.” (s. 109)
“Kültür endüstrisi, müşterilerinin kasten ve tepeden bütünleştirilmesidir. Binlerce yıl boyunca birbirinden ayrılmış yüksek ve düşük kültür alanlarını da birleşmeye zorlar - her ikisinin zararına olacak şekilde. Yüksek kültürün, etkileri üzerinde spekülasyon yapılarak, ciddiyeti ortadan kaldırılır; düşük kültürün, toplumsal denetim bütünsel olmadığı sürece barındırdığı haşarı isyankârlık ise, uygarlaştırıcı dizginleme yoluyla yok edilir.” (s. 110)
“Ancak, endüstri sözcüğünü düz anlamıyla anlamamak gerekir. Bu sözcük, konunun standartlaştırılmasına -her sinema izleyicisinin bildiği Western türü gibi- ve yaygınlaştırma tekniklerinin rasyonelleştirilmesine gönderme yapar, dar anlamda üretim süreçlerine değil.” (s. 112)
“Kültür endüstrisinin pekiştirdiği düzen kavramları her zaman statükonun kavramlarıdır. Bu kavramlar, onları benimseyenlerden hiçbiri için artık tözsel olmasalar da, sorgulanmadan, analiz edilmeden, diyalektik olmayan bir biçimde kabul edilir.” (s. 116)
Kitaptaki üçüncü ve son makalenin başlığı ise “Kültür ve Yönetim”dir. Burada kültür ve yönetim ilişkileri üzerinde duruyor yazar.
KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNE GENEL BİR BAKIŞ
Kitaptaki ikinci makale, Aydınlanmanın Diyaklektiği’nden yaklaşık 20 yıl sonra kaleme alınmış Adorno tarafından. Burada da kültür endüstrisine genel bir bakış sunuyor ve neden kitle kültürü değil de özellikle kültür endüstrisi ifadesini tercih ettiklerini anlatarak başıyor.“Kültür endüstrisi ifadesi ilk kez, Horkheimer ile benim 1947 yılında Amsterdam’da yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği kitabında kullanılmıştır. Müsveddelerimizde kitle kültüründen söz ediliyordu. Burada, kitlenin içinden adeta kendiliğinden yükselen bir kültür, halk sanatının günümüzdeki biçimi söz konusuymuş gibi, konuyu savunanların hoşuna gidecek bir yorumu en baştan olanaksızlaştırmak için “kitle kültürü” ifadesini “kültür endüstrisiyle değiştirdik. Kültür endüstrisi öyle bir kültürden son derece farklıdır. Kültür endüstrisi bildik şeyleri yeni bir nitelikte birleştirir.” (s. 109)
Horkheimer solda, Adorno sağda. |
“Kültür endüstrisi, müşterilerinin kasten ve tepeden bütünleştirilmesidir. Binlerce yıl boyunca birbirinden ayrılmış yüksek ve düşük kültür alanlarını da birleşmeye zorlar - her ikisinin zararına olacak şekilde. Yüksek kültürün, etkileri üzerinde spekülasyon yapılarak, ciddiyeti ortadan kaldırılır; düşük kültürün, toplumsal denetim bütünsel olmadığı sürece barındırdığı haşarı isyankârlık ise, uygarlaştırıcı dizginleme yoluyla yok edilir.” (s. 110)
“Ancak, endüstri sözcüğünü düz anlamıyla anlamamak gerekir. Bu sözcük, konunun standartlaştırılmasına -her sinema izleyicisinin bildiği Western türü gibi- ve yaygınlaştırma tekniklerinin rasyonelleştirilmesine gönderme yapar, dar anlamda üretim süreçlerine değil.” (s. 112)
“Kültür endüstrisinin pekiştirdiği düzen kavramları her zaman statükonun kavramlarıdır. Bu kavramlar, onları benimseyenlerden hiçbiri için artık tözsel olmasalar da, sorgulanmadan, analiz edilmeden, diyalektik olmayan bir biçimde kabul edilir.” (s. 116)
Kitaptaki üçüncü ve son makalenin başlığı ise “Kültür ve Yönetim”dir. Burada kültür ve yönetim ilişkileri üzerinde duruyor yazar.
Theodor W. Adorno
Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi
Çev: Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen
6. Baskı
İletişim Yayınları
İstanbul
2011
152 sayfa.
Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi
Çev: Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen
6. Baskı
İletişim Yayınları
İstanbul
2011
152 sayfa.